Türkiye’de siyasi iktidar ile muhalefet arasındaki mücadele, yalnızca sandıkta veya mecliste değil, aynı zamanda enformasyon alanında da şiddetli bir biçimde sürmüştür. 1970’lerden günümüze uzanan süreçte, her iki taraf da kendi bakış açılarını toplum nezdinde hakim kılmak için medyayı aktif bir “savaş” alanı olarak kullanmıştır. Bu süreçte kimi zaman doğru bilgiler ve haklı eleştiriler, kimi zaman da asılsız iddialar ve dezenformasyon araçsallaştırılarak kitlelerin algıları şekillendirilmeye çalışılmıştır. Bu rapor, farklı dönemlerde Türkiye’nin medya ortamını ve iktidar-muhalefet eksenindeki enformasyon/dezenformasyon pratiklerini tarafsız bir yaklaşımla incelemektedir.
İlk bölümde 1970’lerin sonundaki siyasi karmaşa ve 1980 darbesi dönemindeki propaganda yöntemleri ele alınacak; ardından 1990’larda özel televizyonların ortaya çıkışıyla medyanın çeşitlenmesi ve 28 Şubat sürecindeki manipülasyon örnekleri incelenecektir. Sonraki bölümler, 2000’li yıllarda AKP iktidarının yükselişi, medya sahipliğindeki değişimler ve 2010’larda sosyal medyanın bilgi savaşlarına dahil oluşu üzerinde duracaktır. Özellikle Gezi Parkı protestoları (2013), 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları (2013), 15 Temmuz darbe girişimi (2016) gibi olaylar sırasında iktidar ve muhalefetin yürüttüğü enformasyon mücadeleleri ayrıntılı şekilde incelenecektir. Son bölümde ise güncel dönemde, örneğin “128 milyar dolar nerede?” kampanyası, montaj videolar ve “Katarlı öğrenciler” iddiası gibi vaka örnekleri üzerinden karşılıklı dezenformasyon pratikleri analiz edilecektir.
Rapor boyunca iktidara yakın medya kuruluşları (Sabah, Star, Yeni Şafak, A Haber, TRT Haber vb.) ile muhalefete yakın veya bağımsız medya kuruluşlarının (Cumhuriyet, BirGün, Sözcü, T24, Bianet, Medyascope vb.) söylemleri dengeli biçimde yansıtılmaya çalışılacaktır. Her iki tarafın da kendi tabanlarını konsolide etmek uğruna başvurduğu stratejiler, propaganda kampanyaları ve söylem inşa biçimleri değerlendirilecek; medya kontrolüne dair uygulamalar ve etik sorunlar tartışılacaktır. Amaç, yaklaşık yarım yüzyılı kapsayan bu bilgi savaşlarının toplum ve demokrasi üzerindeki etkilerini tarafsız ve derinlemesine ortaya koymaktır.
1970’ler: Kutuplaşma, Kaos ve 12 Eylül Darbesinin Bilgi Ortamı
1970’li yıllar, Türkiye’de sağ-sol ideolojik kutuplaşmanın ve buna bağlı şiddet olaylarının tırmandığı bir dönemdir. Enformasyon cephesinde bu kutuplaşma, basın yayın organlarının da bölünmesine yol açmıştır. Gazeteler ve dergiler, dönemin başlıca kitle iletişim araçları olarak, farklı siyasi kampların propaganda mecraları haline gelmiştir. Örneğin, bazı gazeteler milliyetçi-muhafazakâr kesimin söylemini benimseyip sol hareketleri “vatan haini” veya “komünizm tehdidi” olarak gösteren haberlere yer verirken, sol eğilimli yayınlar faşizm tehlikesine karşı toplumu uyaran içerikler üretiyordu. Bu dönemde radyo ve tek kanal olan devlet televizyonu TRT de mevcuttu, ancak TRT’nin yayınları hükümet denetiminde olduğundan daha resmi ve kontrol altında bir enformasyon akışı söz konusuydu.
Toplumsal gerilim tırmandıkça, dezenformasyon niteliğinde söylentiler ve provokatif haberler de yaygınlaştı. Özellikle sokak çatışmalarının ve suikastların arttığı 1978-1980 aralığında, kitleleri galeyana getirmek veya karşı tarafı suçlamak amacıyla abartılı ya da asılsız iddialar medya aracılığıyla dolaşıma sokulabiliyordu. Dönemin iktidarları ise (sık sık değişen koalisyon hükümetleri) basın üzerindeki denetim mekanizmalarını kullanarak kendi lehlerine bir algı oluşturma gayretindeydi. Örneğin, hükümeti eleştiren bazı gazeteciler hakkında davalar açılıyor veya gazetelere kısıtlamalar getiriliyordu. Bununla birlikte, medya organlarının çoğulculuğu sayesinde tamamen tek sesli bir propaganda hâkim değildi; hem iktidarın hem muhalif grupların sesleri duyulabiliyordu, fakat bu sesler genellikle birbiriyle uzlaşmaz ve gerçeklik algısını parçalı hale getiren tutumlar sergiliyordu.
Tırmanan kriz, 12 Eylül 1980’de Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yönetime el koymasıyla farklı bir evreye girdi. Darbe öncesinde toplumun büyük bir kaosa sürüklendiği anlatısı, darbenin gerekçesi olarak sunuldu. Nitekim müdahaleyi gerçekleştiren Millî Güvenlik Konseyi (MGK), ilk andan itibaren yoğun bir propaganda faaliyeti yürüterek halk desteğini pekiştirmeye çalıştı. TRT, darbenin yapıldığı dönemde ülkedeki tek televizyon ve radyo kurumu olarak tamamen MGK kontrolüne girdi ve yeni rejimin mesajlarını topluma ileten bir araç haline getirildi. Örneğin, 12 Eylül sonrasında TRT’de yayınlanan “12 Eylül 1980 Müdahalesi’ni Hazırlayan Nedenler” başlıklı film, darbeye zemin hazırlayan koşulları tek taraflı bir bakışla aktardı. Bu propaganda filminde ülkenin darbe öncesi “büyük bir kaos” içinde olduğu, mevcut sivillere ait yönetimlerin bu kaosu durduramadığı ve ordunun halkın huzuru için yönetime el koyduğu teması işlenmiştir. Amaç, müdahaleyi meşru ve zorunlu göstermek, darbe karşıtı tüm söylemleri daha baştan marjinalleştirip bastırmaktı. Nitekim darbe sonrasında basına ağır sansür uygulandı; çok sayıda gazete kapatıldı, gazeteciler tutuklandı veya yazıları yasaklandı. Sonuç olarak 1980’lerin başına girerken enformasyon ortamı, MGK’nın tam kontrolünde ve tek sesli bir hale gelmiş, muhalif veya alternatif bilgi kaynakları tamamen susturulmuştur.
1980’ler: Darbe Rejimi ve Tek Sesli Medyadan Özel Yayıncılığa
1980’lerin ilk yarısında Türkiye’de medya, askeri yönetimin çizdiği sınırlar içerisinde faaliyet gösterebildi. 1980-1983 arasındaki askeri idare döneminde TRT ve büyük gazeteler dışında hemen hiçbir mecradan bilgi akışı mümkün değildi. TRT’nin televizyon ve radyo yayınlarında, darbe yönetiminin bildiri ve açıklamaları sorgusuz şekilde iletiliyor; ülkenin “huzur ve güvenliğini sağlamak için” ordunun yaptığı müdahale, tek doğru perspektif olarak sunuluyordu. Muhalif herhangi bir sesin çıkmasına izin verilmediği gibi, halkın haber alma hakkı da ciddi biçimde kısıtlanmıştı. Örneğin, günlük gazeteler askeri sansür kurullarının denetiminden geçiyor, hükümet politikalarına eleştirel olabilecek en ufak ifadeler bile ayıklanıyordu. Bu dönemde muhalefet partileri kapatıldığı ve siyaset askıya alındığı için, iktidar-muhalefet ekseninde klasik anlamda bir enformasyon savaşı yoktu; daha ziyade, yönetimin resmi söylemi ile halkın fısıltı gazetesi düzeyindeki gayri resmi bilgilenme kanalları arasında bir gerilim mevcuttu. İnsanlar BBC, VOA gibi yabancı radyo yayınlarından ya da yurtdışında basılıp gizlice dağıtılan bildirilerden farklı bakış açıları edinmeye çalışıyordu. Ancak genel tablo, sert bir sansür ve tek seslilik şeklinde özetlenebilir.
1983’te demokrasiye geçiş ve sivil yönetimin (Turgut Özal liderliğindeki ANAP) işbaşına gelmesiyle medya üzerindeki askeri vesayet bir ölçüde hafifledi. Özellikle Özal, ekonomiyle birlikte iletişim sektörünü de liberalleştirme yanlısıydı. Bu sayede 1980’lerin ikinci yarısında basın sektöründe görece daha özgür bir atmosfer filizlendi: Yeni gazeteler kurulmaya başladı, var olanlar içeriklerinde daha cesur davranabildi. Yine de, basının özgürleşmesi sınırlı kaldı; zira darbe anayasası ve yasaları birçok konuda basına oto-sansür uygulama zorunluluğu getiriyordu ve askeri rejimden miras kısıtlamalar tam olarak kalkmamıştı. Örneğin Kürt meselesi veya bazı sol örgütlerle ilgili konular hâlâ tabu niteliğindeydi, bu konularda farklı bir görüş dile getiren yayınlar dava ediliyor ya da kapatılıyordu.
1980’lerin sonunda Türkiye’nin enformasyon ortamında devrim sayılabilecek bir gelişme yaşandı: Özel televizyon yayıncılığının başlaması. 1989’da ilk kez mahalli ölçekte bazı girişimler oldu ve 1990’da Magic Box-Star 1 adlı kanal, yasal boşluktan yararlanarak yurtdışından uydu aracılığıyla Türk izleyicilere yayın yaptı. Bu, TRT tekelinin fiilen kırılması anlamına geliyordu. Devlet o dönemde özel TV’yi yasaklamaya çalışsa da kamuoyu ilgisi ve Özal yönetiminin görece esnek tavrı sayesinde özel kanallar kısa sürede çoğaldı. 1992-93 yıllarında Show TV, Kanal D, ATV gibi büyük özel televizyon kanalları yayın hayatına girmişti. Böylece Türkiye’de televizyon, gazete ve radyonun yanına eklenen ve halkı en çok etkileyen enformasyon aracı konumuna yükseldi. Bu değişim, iktidar ve muhalefet arasındaki bilgi savaşlarının niteliğini de değiştirmeye başladı: Artık kitleler, farklı kanallardan gelen farklı mesajlara maruz kalabiliyordu. Örneğin, TRT devletin resmi politikalarına uygun bir dille haber verirken, özel bir kanal hükümeti eleştiren bir yoruma veya muhalif bir siyasetçinin sesine yer verebiliyordu (yine de 90’ların başında bu özgürlük oldukça temkinli ve sınırlıydı).
1980’lerden 90’lara geçişte dikkat çeken bir durum, medya sahipliğinin değişimi oldu. Liberal ekonomi politikaları sayesinde büyük sermaye grupları medya sektörüne yatırım yapmaya başladılar. Bankacılık, inşaat gibi alanlarda faaliyet gösteren patronlar gazete ve televizyonlar satın alarak bir medya-imtiyaz dengesi oluşturdu. Bu patronlar, hükümetlerle çıkar ilişkileri gereği yakın temas halindeydi; dolayısıyla gazetecilik ile propaganda arasındaki çizgi zaman zaman belirsizleşiyordu. Yine de, 1980’lerin sonunda iktidar (ANAP) ile bazı anaakım medya arasında mesafeli bir ilişki vardı. Gazeteler hükümeti eleştiren manşetler atabiliyor, hükümet de kendi lehine yayınlar yaptırmak için baskı kurmaya çalışabiliyordu – yani ortada bir pazarlık ve çekişme alanı bulunuyordu. Bu durum, bir sonraki on yılda köklü biçimde evrilecekti.
1990’lar: Özel Medya Düzeni, Propaganda Yöntemleri ve 28 Şubat Süreci
1990’lı yıllar, Türkiye’de medyanın çeşitlendiği fakat aynı zamanda yoğun bir manipülasyon aracına dönüştüğü bir dönem olarak öne çıkar. Özel televizyon kanallarının ve çok sayıda gazetenin faaliyet gösterdiği bu yıllarda, yayın organları arasında kıyasıya bir rekabet olduğu kadar, politik kamplaşmaya paralel bir saf tutma da yaşandı. Anaakım medya olarak adlandırılan büyük gazete ve TV’lerin önemli bir bölümü, merkez sağ veya merkez sol hükümetlerle yakın ilişkiler kurarken; daha ideolojik kesimler de kendi yayın organlarını güçlendirdi (örneğin İslamcı kesim için Milli Gazete, Yeni Şafak; sol ve ilerici kesimler için Cumhuriyet, Evrensel gibi gazeteler).
Bu dönemde haberlerin sunumu ve yorumlanması, sıklıkla sahiplerinin veya destekledikleri siyasi kanadın çıkarlarına göre şekillenmekteydi. Örneğin büyük bir gazete patronu, aynı zamanda çeşitli sektörlerde iş yaptığı hükümetten ihale alabilmek için gazetesinin manşetlerini otosansürden geçirip hükümet lehine yumuşatabiliyordu. Öte yandan, muhalif bir gazete, tirajını artırmak ve kendi kitlesini sağlam tutmak uğruna rakip siyasi lidere çok sert bir dil kullanabiliyordu. Bu durum, medyada yanlı ve yönlendirilmiş haberciliğin kronikleşmesine yol açtı.
1990’larda Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı önemli meselelerden biri de PKK ile çatışmalar ve terör sorunu idi. Bu konuda iktidarlar (önce DYP-SHP koalisyonu, sonra Refah-Yol ve yine çeşitli koalisyonlar) medya üzerinden yoğun bir enformasyon stratejisi yürüttüler. Terörle mücadeleye dair haberlerde devletin tezlerini destekleyen, ordu ve emniyeti yücelten bir dil teşvik edildi; çatışma bölgelerinden farklı bilgiler aktarmaya çalışan, örneğin sivil kayıpları gündeme getiren gazeteciler ise “terör propagandası” yapmakla suçlanabildi. Bu yıllarda “andıç” olarak anılan skandallar, dezenformasyonun organize şekilde nasıl üretildiğine dair çarpıcı örnekler sundu. 1998’de Genelkurmay, PKK itirafçısı Şemdin Sakık’ın sözde ifadelerine dayanarak bazı tanınmış gazetecileri ve yazarları “PKK ile işbirliği” yapmakla suçlayan sahte bir belgeyi (andıç) medya kuruluşlarına servis etti. Ertesi gün Hürriyet ve Sabah gibi büyük gazeteler bu asılsız iddiaları manşetten verdiler. Sonradan bunun kasıtlı bir karalama olduğu ortaya çıktı; Genelkurmay ilgili subayları emekli etti, ancak o dönemde bu dezenformasyon kampanyası hedef alınan gazetecilerin itibarını ciddi biçimde zedelemiş ve kamuoyunu yanlış yönlendirmişti. Bu olay, ordunun medya aracılığıyla nasıl psikolojik harekât yürütebildiğini gösterdi.
1990’ların en kritik bilgi savaşlarından biri, 28 Şubat 1997 süreci olarak bilinen, “post-modern darbe” olarak da adlandırılan dönemdir. Refah Partisi (RP) liderliğindeki Refah-Yol koalisyon hükümeti ile laik-seküler kurumlar (özellikle ordu) arasında yaşanan gerilimde, medya adeta bir muharebe alanı gibi kullanıldı. Dönemin büyük gazetelerinin çoğu ve televizyon kanalları, hükümete karşı sert bir muhalefet sergilemeye başladılar. Laik çizgideki anaakım medya, RP’nin iktidarda olmasını “irtica tehlikesi” olarak çerçeveliyor, hemen her gün manşetlerde RP’li bakanların demeçlerini çarpıtarak veya bazı provokatif gelişmeleri abartarak yayınlıyordu. Örneğin bir gazete, tarikat mensubu radikal bir grubun uç söylemlerini tüm İslamcı kesime mal eden haberler yapabiliyor; bir diğeri, ordudaki rahatsızlığı ima eden manşetlerle adeta muhtıra ortamını hazırlıyordu. Bu medya dilinde RP ve Necmettin Erbakan hükümeti, laik Cumhuriyet’i yıkmaya çalışan bir aktör olarak resmedildi.
Diğer tarafta, iktidar yanlısı medya da boş durmadı. Refah Partisi’ne yakın yayın organları (örneğin o dönem RP çizgisinde yayın yapan Yeni Şafak gazetesi) ve bazı İslami dergiler, muhalif medyayı “darbecileri göreve çağırmakla” suçladılar. Bu kesime göre anaakım medya, halkın seçtiği hükümeti düşürmek için orduyla işbirliği yapan “demokrasi düşmanı” bir odaktı. Hükümete yakın gazeteler, RP’nin icraatlarını (özellikle ekonomik adımlarını) öven haber ve yazılar yayınlayarak kendi tabanını motive etmeye çalışıyor; aynı zamanda muhalif medya mensuplarını da hedef gösteriyordu. Nitekim 28 Şubat sürecinde medyalar arası polemikler son derece keskinleşti: Gazete köşeleri karşılıklı ithamlarla doldu, TV tartışma programlarında sert kavgalar yaşandı.
Sonuçta, 28 Şubat 1997’deki MGK toplantısıyla ordu brifingler ve kararlar yoluyla hükümete ağır dayatmalarda bulundu; birkaç ay içinde Refah-Yol hükümeti istifa etmek zorunda kaldı. Bu süreçte medya, neredeyse hiç olmadığı kadar taraf olmuştu. Genel bir değerlendirme yaparsak: Muhalif (laik) medya, orduyu göreve çağıran ve sivil hükümeti gayrimeşru göstermeye çalışan dezenformatif yayınlara imza attı; iktidar yanlısı (İslamcı) medya ise olup biteni halk iradesine bir komplo olarak niteleyip kendi cephesinde karşı-propagandaya girişti. Haber aktarmaktan ziyade adeta bir propaganda silahı gibi kullanılan medya, toplumun kutuplaşmasını daha da derinleştirdi. Bu dönemde kimi gazete manşetleri, gerçeği yansıtmak şöyle dursun, açıkça bir algı operasyonunun parçası olarak tasarlanmıştı. 28 Şubat sonrasında da bu medya bölünmesi etkisini sürdürdü; bir kısım gazeteci fişlenerek işsiz kaldı, bazı TV programları baskılarla yayından kaldırıldı. Medya içi hesaplaşmalar, bu “post-modern darbe”nin sivil ayağı olarak görülen basın mensuplarının yargılanması taleplerine kadar vardı. Neticede 90’lar, enformasyon savaşlarının galibi kim olursa olsun, gazetecilik etiğinin büyük yara aldığı bir dönem oldu.
2000’ler: AKP Döneminin Başlangıcı, Medya Dönüşümü ve Yeni İttifaklar
2000’li yıllara girerken Türkiye’de medya ve siyaset ilişkisi, 28 Şubat deneyiminin izlerini taşıyordu. Anaakım medya kuruluşlarının önemli bir kısmı, askerin ve seküler elitlerin sözünü dinlemiş olmaktan dolayı toplumun bir kesimi tarafından güvenilirliğini yitirmişti. 1999’da kurulan koalisyon hükümetleri ise (DSP-MHP-ANAP dönemi) medyayla farklı bir denge gözetmeye çalıştılar; fakat ekonomik krizlerle boğuşan ülke, yeni bir siyasi değişimin eşiğindeydi. Tam bu ortamda, 2001’de Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) kuruldu ve 2002 genel seçimlerinde tek başına iktidara geldi. AKP’nin iktidara gelişi, Türkiye’de enformasyon ve dezenformasyon mücadelelerinde yeni bir sayfa açtı.
AKP, başlangıçta hem geçmiş İslamcı geleneğinden gelen tabanına hitap ediyor, hem de geniş kitlelere “yeni, demokratik ve kalkınmacı” bir imaj sunmaya çalışıyordu. Bu stratejinin bir parçası olarak medya ile ilişkinin dikkatli yürütülmesi gerekiyordu. 2000’lerin başında AKP’nin karşısındaki en büyük muhalefet odağı, meclisteki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve onun çizgisini destekleyen medya organlarıydı. Ancak ilginç biçimde, AKP ilk yıllarında kendine çok düşman bir medya atmosferi bulmadı. Aksine, ülkenin Avrupa Birliği üyeliği hedefiyle reformlar yapması, askeri vesayete karşı tutumu ve ekonomik istikrar yakalaması gibi etkenler, liberal ve merkez medya çevrelerinde AKP’ye yönelik bir kredi oluşmasını sağladı. Hürriyet, Milliyet gibi büyük gazetelerin bazı yazarları, geçmişte İslami kesime mesafeli dursalar da, “Yeni AKP”yi değişim yanlısı bir aktör olarak övmeye başladılar. Aynı zamanda, Fethullah Gülen cemaatine ait Zaman gazetesi ve Samanyolu TV gibi medya kuruluşları da AKP’yi güçlü biçimde destekledi; zira cemaat ile AKP arasında o dönem stratejik bir ittifak vardı. Bu ittifak, devlet içindeki eski kadroları (asker ve bürokrasi) tasfiye edip kendi kadrolarını yerleştirmeyi amaçlayan bir örtük mutabakata dayalıydı. Dolayısıyla, 2000’lerin ortalarına dek iktidar yanlısı medya bloku hem İslamcı çevrelerin geleneksel yayınlarından hem de cemaatin güçlü medya ağından oluşuyor, bunlara ek olarak hükümete sıcak bakan liberal yazarlar da anaakım mecralarda ses buluyordu.
Muhalefet cephesindeki medya ise boş durmuyordu. CHP’ye yakın Cumhuriyet gazetesi veya daha sonra kurulan ulusalcı çizgideki Sözcü gazetesi, AKP’yi “takiyye yapmakla” yani gizli bir gündemi olmakla suçlayan yayınlar yaptı. Onlara göre AKP, görünürde demokratikleşmeci olsa da aslında bir “İslamizasyon” projesi güdüyordu ve zamanla laikliği tehdit edecekti. Bu argümanlar, 28 Şubat sürecinden yadigâr söylemlere benziyordu; ancak AKP’nin halk nezdinde artan popülaritesi karşısında muhalif medyanın bu çıkışları başlangıçta çok etkili olmadı. Yine de özellikle 2006 sonrasında bu tür uyarıcı yayınlar sıklaştı. Mesela, Cumhuriyet gazetesi 2007’de “laiklik elden gidiyor” mesajı veren ve halkı tepki göstermeye çağıran manşetler attı. Bu, kısmen, AKP hükümetinin bazı uygulamalarına (kamu kurumlarında başörtüsüne gevşeme, imam-hatip mezunlarına üniversite yolunun açılması gibi) tepki olarak gelişen Cumhuriyet Mitingleri ile paralel giden bir kampanyaydı. Nitekim 2007 yılında ordu da e-muhtıra yayınlayarak AKP’yi uyardı. Bu kritik eşiğin bilgi savaşındaki yansıması, toplumun iki farklı anlatıyla karşı karşıya kalmasıydı: İktidar yanlısı medya, bunu milli iradeye müdahale olarak lanetliyor ve AKP’yi mağdur demokrasi kahramanı konumunda sunuyordu; muhalif medya ise “ülke İran olur mu?” kaygısını işlemeye devam ediyordu. Son tahlilde AKP, seçim kazanarak gücünü pekiştirdi ve medya üzerindeki etkisini artırdı.
2000’lerin ikinci yarısında AKP iktidarı, medya kontrolü konusunda daha sistematik adımlar atmaya başladı. Bu dönemde bir dizi büyük medya grubu el değiştirdi. En dikkat çekici olan, 2007’de Merkez Medya Grubu’na (Sabah gazetesi ve ATV kanalı) el konulup Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devredilmesi ve ardından iktidara yakın işadamlarına satılmasıydı. Bu satışın finansmanının kamu bankalarınca sağlandığı, yeni patronun ise dönemin Başbakanı Erdoğan’ın damadının yönettiği şirket olduğu açıklandı. Böylece Sabah ve ATV, kısa sürede tamamen hükümet yanlısı bir çizgiye geldiler. Benzer şekilde Star gazetesi ve Kanal 24, Yeni Şafak, Akşam gibi medya organları da yandaş sermaye gruplarının mülkiyetine geçerek AKP’ye yakınlaştı. Öte yandan, eskiden beri büyük güç sahibi olan Doğan Medya Grubu (Hürriyet, Milliyet, CNN Türk vs.), iktidarın tam kontrolüne girmeyi reddeden bir çizgideydi. Bu grubun başına 2009’da rekor bir vergi cezası kesildi. Bu ceza, iktidarın medya patronlarına gözdağı olarak yorumlandı ve gerçekten de sonrasında Doğan Grubu’na ait gazetelerin tonu belirgin biçimde yumuşadı. Bu süreçte medyada yeni bir terim dolaşıma girdi: “Havuz medyası.” İddialara göre iktidar çevresindeki bazı işadamları bir fon havuzu oluşturarak kritik medya kuruluşlarını satın alıyor, bu yolla hükümet yanlısı bir yayın konsorsiyumu yaratılıyordu. 2010’lara gelindiğinde, havuz medyası olarak anılan bu blok, hükümet politikalarını koşulsuz savunan gazete ve televizyonlardan oluşan geniş bir ağ haline geldi.
2000’ler boyunca iktidar ve muhalefet arasındaki enformasyon savaşı, sık sık yolsuzluk iddiaları ve komplo teorileri üzerinden de yürüdü. Örneğin, 2008’de Deniz Feneri yolsuzluğu haberi Almanya kaynaklı olarak gündeme geldiğinde, muhalefet medyası bunu AKP’yi yıpratmak için kullandı; iktidar medyası ise “münferit ve dış bağlantılı” bir olay diyerek savunmaya geçti. 2010 yılında ise “Balyoz Darbe Planı” iddiaları ve davası gündemi sarstı. Taraf gazetesi (liberal bir yayın, Gülen cemaatine yakın gazetecilerin de çalıştığı) 2010 başında Balyoz adıyla bir darbe planını manşetlere taşıdı. Bu haberle başlayan süreçte onlarca subay tutuklandı. Cemaat ve iktidar medyası, Balyoz ve benzeri Ergenekon davalarını “derin devleti ve darbecileri temizleme” operasyonu olarak allayıp pulladı; buna karşılık muhalif kesimler, özellikle Cumhuriyet gazetesi ve bazı ulusalcı yayınlar, bu davalarda kullanılan delillerin sahte olabileceğini, sürecin bir cadı avına dönüştüğünü yazdı. Daha sonra gerçekten de Balyoz davasındaki bazı kanıtların düzmece olduğu ortaya çıktı ve tüm sanıklar yıllar sonra beraat etti. Bu, bilgi savaşlarında cemaat-AKP ittifakının dezenformasyona da başvurabildiğinin çarpıcı bir örneğiydi: Toplumun bir kesimi uzunca bir süre medya eliyle yanıltılmış, ordudaki birçok isim kamuoyu nezdinde haksız yere “darbe teşebbüsçüsü” ilan edilmişti.
Sonuç olarak 2000’lerin sonunda, Türkiye’de medya manzarası iyice farklılaşmıştı: İktidar, kendi söylemini topluma aktarmak için çok geniş bir medya gücünü (gazeteler, TV kanalları, dergiler) seferber etmişti. Muhalefet ise ana akım mecralarda alan kaybettikçe, sesini duyurmak için daha çok alternatif ve küçük ölçekli yayınlara yöneldi. 2007-2010 arasında birçok deneyimli gazeteci ana akım kanallardan uzaklaştırıldı; kimi muhalif yazarların işine son verildi. Basında “oto-sansür” artarken, köşe yazarları “iktidarı fazla eleştirirsem patron işime son verir” endişesiyle kendini sınırlamaya başladı. Bu koşullar muhalif görüşlerin kamusal alanda ifade edilmesini zorlaştırdı ve toplumsal algıda hükümetin hakim anlatısının egemen olmasına zemin hazırladı. Ancak diğer yandan, internet ve sosyal medya gibi yeni mecralar da filizleniyordu; muhalif kesimler yavaş yavaş bu dijital alanlara çekiliyordu. 2000’lerin sonuna doğru kurulan T24, Bianet, OdaTV, Ekşi Sözlük gibi internet siteleri ve forumlar, geleneksel medyada yer bulamayan birçok eleştirel içeriği barındırmaya başladı. Böylece enformasyon savaşı, yavaş yavaş geleneksel medyadan dijital medyaya da taşınacaktı.
2010’lar: Sosyal Medyanın Yükselişi, Kutuplaşmanın Derinleşmesi ve Büyük Çatışmalar
2010’lu yıllar, Türkiye’de hem siyasal rekabetin hem de medya alanındaki mücadelenin iyice sertleştiği bir dönem oldu. Bu dönemde internet ve özellikle sosyal medya platformları (Twitter, Facebook, YouTube vb.) bilgi dolaşımında merkezi bir rol üstlendi. İktidar ve muhalefet arasındaki enformasyon savaşları, artık sadece gazeteler ve televizyonlarla sınırlı kalmayıp dijital arenaya da yansıdı. Aynı zamanda, 2010’lar Türkiye’nin yakın tarihinde peş peşe krizlerin yaşandığı; her birinin kendi bilgi kirliliği ve propaganda mücadelelerini doğurduğu yıllardı. Gezi Parkı protestoları (2013), 17-25 Aralık 2013 yolsuzluk iddiaları, 15 Temmuz darbe girişimi (2016) gibi olaylar, tarafların medya ve iletişim stratejilerinin en yoğun sınandığı örneklerdir. Bu bölümde, söz konusu gelişmeler sırasında yürütülen bilgi savaşları ve her iki tarafın dezenformasyon pratikleri ele alınacaktır.
Gezi Parkı Protestoları (2013) ve Medya Krizi
Mayıs-Haziran 2013’te İstanbul Taksim’deki Gezi Parkı’nda başlayıp ülke geneline yayılan hükümet karşıtı protestolar, sadece siyasi tarih değil medya tarihi açısından da bir dönüm noktasıydı. Bu eylemler ilk kıvılcımlarını çaktığında, Türkiye’de anaakım medya adeta üç maymunu oynadı: Ülkenin en büyük kenti günlerce kitlesel gösterilere sahne olurken, pek çok büyük televizyon kanalı bu olayı görmezden gelerek normal yayın akışına devam etti. Özellikle CNN Türk kanalının olayların en hararetli anlarında belgesel (penguen belgeseli gösterimi, simgesel bir örnek haline geldi) yayınlaması, medyanın içine düştüğü otosansür durumunu dünya çapında alay konusu yaptı. Bunun arka planında, AKP hükümetinin medya üzerindeki etkisi yatmaktaydı: Büyük medya patronları, hükümetle bozuşmamak ve iş çıkarlarını tehlikeye atmamak için Gezi’nin ilk günlerinde habercilik yapmaktan kaçındılar. Ancak ana akımdaki bu boşluk, sosyal medyada dolduruldu. Twitter, Facebook gibi ağlar üzerinden anlık haber ve görüntü paylaşımı patlama yaptı; genç eylemciler kendi iletişim kanallarını kendileri yarattı. Sokaktaki gerçekler televizyonlarda gösterilmeyince, vatandaşlar akıllı telefonlarına sarılarak alternatif bir enformasyon akışı oluşturdular.
Gezi sürecinde iktidar kanadı, başlangıçtaki sessizliğini bozduktan sonra, protestoları itibarsızlaştırmak için yoğun bir söylem kampanyası yürüttü. Başbakan Erdoğan ve ona yakın medya organları, eylemcileri “marjinal gruplar, çapulcular” diye niteledi; parkta başlayan çevreci talebin ötesinde gizli ajandaları olduğunu öne sürdü. Ülke içinde ve dışında çeşitli odakların (örneğin “faiz lobisi”, “dış mihraklar”) bu kalkışmayı örgütlediği iddiaları dile getirildi. Bu söyleme paralel olarak, yandaş medya diyebileceğimiz kuruluşlar (A Haber, TRT Haber, Sabah, Star, Yeni Şafak vb.), Gezi eylemcileri aleyhinde asılsız veya abartılı haberler yayımladılar. Dezenformasyon örnekleri oldukça fazlaydı: Bunların en bilinenlerinden biri, Kabataş semtinde başörtülü bir kadına ve bebeğine yarı çıplak göstericilerin saldırdığı iddiasıydı. İktidar yanlısı gazeteler ve TV’ler bu olayı günlerce gündemde tuttular; bazı köşe yazarları olayı “başörtülülere zulmün kanıtı” şeklinde çarpıcı ifadelerle aktardı. Ancak ilerleyen dönemde ortaya çıkan kamera kayıtları, böyle bir saldırının gerçekleşmediğini gösterdi ve bu anlatı “Kabataş yalanı” olarak tarihe geçti. Yine aynı günlerde hükümet yetkilileri, eylemcilerin Dolmabahçe Bezmiâlem Camii’ne sığındıkları bir gece içeride içki içtiklerini iddia ettiler; bu iddia da delillendirilemedi, tamamen protestocuları dindar kitlelerin gözünde şeytanlaştırmaya yönelik bir iftira olarak kaldı. Özetle, iktidar ve onun medyası Gezi döneminde karalama kampanyaları, iftira ve komplo teorileri enstrümanlarını sıkça kullandı. Bu, bilinçli bir stratejiydi: Barışçıl başlayıp geniş kesimleri kapsayan bir toplumsal hareketi, toplumun diğer kesimleri nazarında gayrimeşru ve tehlikeli göstermek.
Muhalefet ve bağımsız medya cephesi ise Gezi olaylarında oldukça aktif bir rol üstlendi. Anaakım TV kanallarının sustuğu anlarda, nispeten daha küçük çaplı veya muhalif kanallar (Halk TV, Ulusal Kanal gibi) sürekli yayın yaparak gelişmeleri duyurdu. Ayrıca internet medyası (T24, Bianet, Diken vb.) polis müdahalelerini, hak ihlallerini belgelendiren haberlerle öne çıktı. Muhalif medya, Gezi Parkı protestolarını genelde hükümetin otoriter eğilimlerine karşı bir sivil itiraz olarak çerçeveledi ve meşru gösterdi. Ancak bu cephede de zaman zaman bilgi doğruluğu sorunu yaşandı. Sosyal medyada hızla yayılan bazı haberler sonradan yanlış çıktı; örneğin abartılı yaralı/ölü sayıları veya eylemcilerin maruz kaldığı bazı olayların aslında farklı zaman-mekânlardan görüntüler olması gibi durumlar tespit edildi. Bununla birlikte, Gezi sürecinde muhalif kesimin ürettiği yanlış bilgi örnekleri, iktidar medyasının devlet gücüyle de pekiştirdiği dezenformasyon kampanyalarına kıyasla daha sınırlı ve bireysel kaldı.
Gezi Parkı sonrası, Türkiye’de medya ve toplumsal güven dinamikleri önemli ölçüde değişti. Bir kere, geniş bir kitle anaakım medyanın durumunu fark etmişti: Geleneksel televizyon kanalları ve büyük gazeteler, gerçekler karşısında suskun kalarak ciddi bir itibar kaybı yaşadı. Bu da uzun vadede muhalif veya bağımsız medyanın güç kazanmasına zemin hazırladı (örneğin, Gezi sonrasında pek çok genç okur televizyon haberlerini bırakıp internet medyasını takip etmeye başladı). İktidar ise Gezi’nin ardından medyayı tamamen kontrol altında tutma hedefini daha da katılaştırdı. Hükümet yetkilileri, sosyal medyayı “yalanların, fitnenin mecrası” olarak tanımladı; hatta dönemin başbakanı Erdoğan Twitter için “baş belası” ifadesini kullandı. Gezi’de yaşananlar, iktidarın kutuplaştırıcı dilini de sertleştirdi: Protestolara katılan veya sempati duyan kesimler yıllar içinde giderek daha fazla kriminalize edildi, terörizmle ilişkilendirildi. Bu resmi söylem, devletin tepesinden tabana tüm yandaş medya kanallarında tekrarlandı ve alternatif anlatılar bastırılmaya çalışıldı.
17-25 Aralık 2013: Yolsuzluk İddiaları ve “Paralel Yapı” Söylemi
Gezi Parkı protestolarının hemen akabinde, 2013 yılının son ayında Türkiye tarihinin en büyük yolsuzluk skandallarından biri patlak verdi. 17 ve 25 Aralık 2013’te savcılık talimatıyla gerçekleştirilen operasyonda, dönemin AKP hükümetinden dört bakan ve onların aile üyeleri ile ünlü işadamlarını içeren ciddi rüşvet ve yolsuzluk iddiaları ortaya saçıldı. Bu süreç, iktidar partisi ile o zamana dek müttefiki olan Gülen cemaati arasındaki çatışmanın alenileşmesi anlamına geliyordu. Aynı zamanda, Türkiye’de medya ve enformasyon savaşlarının da belki en kesif yaşandığı dönemlerden biriydi.
Operasyon haberleri ilk günden manşetlere bomba gibi düştü. Ne var ki, artık medya eskisi gibi yekpare değildi: Farklı gazeteler ve kanallar haberi apayrı çerçevelerle sunuyordu. Muhalefete yakın ve Gülen cemaatine yakın medya, 17-25 Aralık soruşturmalarını “Cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluk operasyonu” şeklinde tanımladı. Televizyonlarda, bakan çocuklarının evlerinde bulunan kasalar, paralar, ünlü işadamı Reza Zarrab’ın rüşvet iddiaları gibi çarpıcı detaylar günlerce konuşuldu. Cemaatin amiral gemisi Zaman gazetesi, operasyonları yürüten polis ve savcıları destekleyen yayın politikası izledi; olguları bir “temiz eller” harekâtı gibi sunmaya çalıştı. Keza seküler muhalif basın (Cumhuriyet, Sözcü, BirGün vb.) da, AKP’nin uzun zamandır dile getirilen yolsuzluk söylentilerinin doğrulandığı kanaatiyle hükümete ateş püsküren haberlere yer verdi. Bu cepheye göre ortada çok somut deliller vardı: Bakanların evlatlarının evinden çıkan milyonlarca dolar, bir bakanın kolunda 700 bin liralık saat, kayıt altına alınmış rüşvet pazarlıkları… Bütün bunlar tek başına AKP’yi bitirmeye yeterdi.
İktidar ve yandaş medyası ise bambaşka bir savunma stratejisi benimsedi. 17 Aralık sabahı ve sonrasında ilk şok atlatıldıktan hemen sonra Erdoğan ve kurmayları bu soruşturmaların arkasında cemaatin (o dönem hükümet diliyle “hizmet hareketi” deniyordu, sonra “paralel yapı” tabiri oturdu) olduğunu ilan etti. Hükümete sızmış cemaatçi polis ve savcıların, dış güçlerin de desteğiyle bir “yargı darbesi” planladıkları tezini ortaya attılar. Bu söylem hızla tüm iktidar yanlısı medya organlarında benimsendi. Sabah, Star, Yeni Şafak gibi gazetelerin manşetleri, rüşvet iddialarından ziyade “devlete sızmış örgüt”, “milli iradeye operasyon” gibi ifadelerle doluydu. Esasen iktidar cephesi, yolsuzluk iddialarının içeriğine girmeden, meseleyi bir komplo narratifi ile karşı atak yaparak savuşturmak istiyordu. Bu kapsamda sık sık dile getirilen bir argüman da, ortaya saçılan delillerin aslında “üretilmiş” olabileceğiydi. Erdoğan bizzat kendi ses kayıtları için “montaj, dublaj” ifadelerini kullandı. Gerçekten de 17-25 Aralık sürecinde internete ve medyaya pek çok ses kaydı düştü: Bakanlarla işadamları arasındaki konuşmalar, Erdoğan’ın oğluyla para sıfırlama konuşması olduğu iddia edilen kayıt, vs. Yandaş medya bu kayıtların hiçbirini ciddiye almadı; hepsinin ya kurgu ya da yasa dışı dinleme ürünü olduğunu ileri sürdü. Televizyon yorumcuları, “Türkiye’ye ekonomik darbeyle yapamadıklarını, casus şebekesiyle yapmaya çalışıyorlar” minvalinde değerlendirmeler yaparak kitleleri hükümet etrafında kenetlenmeye çağırdı.
Bu arada iktidar, kendi tezlerini duyurmayan medya organlarına karşı sert tedbirler de aldı. Örneğin 17 Aralık’tan kısa süre sonra operasyonlarla ilgili haber yapan televizyon kanallarına (Bunların arasında o dönem cemaat ile iltisaklı yayınlar da vardı) ceza yağmaya başladı. Yine hükümete yakın işveren çevreleri, gazetelere baskı kurarak manşetlerin kontrol altında tutulmasını sağladı. Büyük kanalların bir kısmı ise bizzat iktidar temsilcilerini ekrana çıkarıp onlara geniş propaganda fırsatı tanıdı. TRT dahi bu dönemde neredeyse tüm yayınlarını “paralel yapının kumpası” temalı söyleşilere, belgesellere ayırdı.
17-25 Aralık süreci, iktidar bloğu ile o zamana dek “müttefik” görünen Gülen cemaati medyasının amansız bir enformasyon savaşına tutuştuğu özel bir örnektir. Bir yanda Taraf, Zaman, Samanyolu Haber, Bugün TV gibi o dönem cemaat çizgisindeki yayınlar, hükümeti istifaya çağıran, skandalların üstüne giden yayınlar yapıyordu. Bu kuruluşlar, ellerine akan malzemeyi (ses kayıtları, belgeler) ifşa ediyor; AKP’nin yolsuzluk batağına saplandığını vurguluyordu. Karşı tarafta ise, Sabah, ATV, Star, A Haber gibi havuz medyası unsurları, tüm bu iddiaları ülkeye kurulan bir tuzak olarak yaftalıyor, Gülen hareketini dış güçlerle bağlantılı bir hain örgüt gibi sunmaya başlıyordu. Sonradan literatüre giren “FETÖ” nitelemesinin temelleri de bu dönemde atıldı; yandaş kalemler ilk kez cemaat için “paralel devlet” ve “terör örgütü” tabirlerini kullanarak kamuoyu algısını değiştirmeye giriştiler.
Bu bilgi harbinin sonucunu, nihayetinde siyasi güç belirledi. AKP hükümeti, 2014 yerel seçimleri yaklaşıyor olmasına rağmen, medya gücünü ve devlet olanaklarını etkin kullanarak tabanını konsolide etmeyi başardı. Yolsuzluk iddialarına kendi seçmenini inandırmadı; bunun yerine mağdur edildiğine ikna etti. Sandıkta da önemli bir sarsıntı yaşamadı. Muhalefet ise bunca iddiaya rağmen beklediği siyasi sonucu alamamanın hayal kırıklığını yaşadı. Bu dönemde ortaya saçılan bilgi ve belgelerin hangisinin tam olarak doğru, hangisinin manipüle olduğu konusu bugün bile tartışmalıdır; ancak kesin olan bir şey varsa, o da her iki tarafın da propaganda sınırlarını sonuna dek zorladığı ve gerçeğin payının, siyasi anlatının ihtiyaçlarına göre eğilip büküldüğüdür.
17-25 Aralık’ın kalıcı etkilerinden biri, iktidarın medya kontrolünü daha da sıkılaştırması oldu. Bu olaydan sonra, hükümet güdümünde olmadığı düşünülen hemen her basın kuruluşu potansiyel düşman sayıldı. Özellikle Gülen cemaati ile ilişkili TV kanalları (Samanyolu grubu), gazeteler (Zaman, Bugün vb.) ve ajanslar hedef haline geldi. 2014 ve sonrasında bu kuruluşlara kayyum atama, lisans iptali gibi yöntemlerle el konuldu veya kapatıldı. Çok sayıda gazeteci tutuklandı, bazıları sürgüne gitti. Özetle 17-25 Aralık, iktidarın muhalif medya veya farklı seslere karşı tahammül eşiğinin sıfırlandığı bir milat oldu diyebiliriz.
15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi ve Sonrası: Tek Sesli Medya Düzeni
15 Temmuz 2016 gecesi yaşanan ve Türkiye’nin yakın tarihini derinden etkileyen askeri darbe girişimi, enformasyon ve dezenformasyon boyutuyla da incelenmesi gereken bir vakadır. Darbe girişiminin bastırılması sürecinde medya araçlarının kullanımı, darbenin başarısız olmasında kritik rol oynamıştır. İlginçtir ki, o gece normalde birbirine muhalif görünen medya organları bile ortak bir refleksle seçilmiş hükümete karşı kalkışmaya direnme çizgisinde birleştiler. Örneğin genellikle iktidarı eleştiren CNN Türk kanalı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın FaceTime ile bağlanıp halkı sokağa çağırmasına aracılık etti. Keza birçok anaakım kanal, darbeye karşı yayın yaptı; iktidar yanlısı medyayla bu noktada paralel tutum aldı. Bu, ülkede medyanın belki de uzun yıllar sonra ilk kez “demokratik düzeni koruma” paydasında buluştuğu bir ândı. Muhalefetin tüm bileşenleri de (meclisteki partiler) darbeye net şekilde karşı çıktı ve bu duruş medya yansımalarına da girdi.
Ne var ki, 15 Temmuz gecesi ve hemen sonrasındaki enformasyon akışı son derece kaotikti. Darbe teşebbüsünün ilk saatlerinde birçok iletişim kanalı kesintiye uğradı: TRT basılarak darbeciler bildiri okutttular, bazı radyo frekansları sustu, internete erişimde yavaşlamalar yaşandı. Halk doğru bilgiye ulaşmakta zorlandı ve dedikodu mahiyetinde pek çok yanlış bilgi ortalıkta dolaştı. Örneğin ilk başta Genelkurmay Başkanı’nın rehin alındığı haberi teyide muhtaç şekilde yayıldı; Başbakan Yıldırım’ın bir TV konuşmasında yaşananları “kalkışma” diye nitelemesi belirsizliği bir miktar artırdı. Sosyal medyada ise “Erdoğan ülkeyi terk etti”, “şu şu şehirler de düştü” gibi asılsız söylentiler hızla yayıldı. Ancak bunların ömrü fazla uzun olmadı; çünkü Cumhurbaşkanı ve hükümet kısa sürede halkın karşısına çıkıp darbenin bastırılması için çağrı yaptılar.
Darbe başarısız olduktan sonraki günlerde, iktidar medyası hızlıca olayı anlatma tekelini ele geçirdi ve kendi söylemini hakim kıldı. 15 Temmuz’un sorumlusu olarak derhal FETÖ (Fethullahçı Terör Örgütü) ilan edilen Gülen cemaati, medya dilinde “hain”, “virüs” gibi ifadelerle anılmaya başlandı. Yandaş gazeteler her gün manşetlerinde “millet destan yazdı, FETÖ darbesi püskürtüldü” tarzı epik anlatılar kurdu. Öte yandan, darbenin arkasında ABD’nin olabileceği, CIA’in bu işte parmağı bulunduğu gibi resmî ağzın dillendirmediği ama iktidar yanlısı köşelerde sıkça işlenen komplo teorileri de dolaşıma sokuldu. Bu teoriler, aslında toplumda var olan anti-emperyal duyguları kamçılamaya ve olayın boyutunu geniş bir dış düşman çerçevesine oturtmaya yönelikti.
Muhalefet medyası ise 15 Temmuz sonrasında dengeli bir çizgi tutturmaya çalıştı: Bir yandan darbeye karşı duruşunu gösterirken, diğer yandan iktidarın olağanüstü hâl fırsatçılığı yapabileceğine dair uyarılar yapıyordu. Ancak bu tür uyarıcı veya sorgulayıcı yayınlar, hükümetin “birlik-beraberlik” atmosferi dayatması içinde çok sınırlı kaldı. Zira darbe sonrası ilan edilen Olağanüstü Hal (OHAL) dönemi, sadece darbecilere değil, genel anlamda muhalif bütün odaklara yönelik de sert bir tasfiye ve baskı dönemi oldu. Bu kapsamda medya da nasibini aldı: Yüzlerce gazeteci gözaltına alındı veya tutuklandı, onlarca TV ve radyo kanalı, gazete ve dergi kapatıldı. Özellikle cemaat bağlantılı olduğu düşünülen medya kuruluşları (Zaman, Cihan Haber Ajansı, STV vs.) bir gecede Kanun Hükmünde Kararnameler ile yok edildi. Bunun yanında, Kürt siyasi hareketine yakın basın (Özgür Gündem gibi) ve hatta sol muhalif bazı yayınlar da darbe bahane edilerek susturuldu. Hükümet, kendi anlatısını tam hakim kılmak için adeta tüm alternatif bilgi kanallarını tıkadı.
15 Temmuz’un bilgi kirliliği bağlamında dikkat çeken bir yönü de, darbeden sonra muhalefet saflarında ortaya atılan bazı iddialar oldu. Bazı muhalif siyasetçiler ve yazarlar, darbe girişiminin tamamen iktidar tarafından “kontrollü” biçimde tertiplendiğini, bir tür “tiyatro” olduğunu öne sürdüler. Bu iddia, herhangi somut kanıta dayanmamakla birlikte, iktidara duyulan güvensizlik sonucu bir kesimde inandırıcı bulundu ve yaygınlaştı. Yandaş medya elbette bu “tiyatro” söylemine çok sert tepki gösterdi; hatta bu iddiayı dile getirenler hakkında davalar açıldı. Ancak sonuç olarak komplo teorileri sadece iktidar cenahına mahsus değildi; muhalefet içindeki bazı marjinal görüşler de dezenformasyon olarak nitelenebilecek spekülasyonlara yönelebiliyordu. Bu, Türkiye’de hakikat sonrası (post-truth) dönemin bir işaretiydi: İnsanlar inanmak istediklerine inanıyor, resmi açıklamalara güven duymayan bir kitle kendi alternatif gerçeklik anlatısını üretiyordu.
2010’ların ikinci yarısında Türkiye’de medya manzarası, iktidarın neredeyse tam hegemonyası altına girdi. 2016 sonrasında Doğan Medya Grubu’nun da 2018’de iktidara yakın bir holdinge satılmasıyla Hürriyet, CNN Türk gibi son nispeten merkezî yayınlar da kontrol altına alındı. Böylece televizyon izlenme oranı en yüksek kanalların ve en çok tirajlı gazetelerin çok büyük bölümü hükümet çizgisinde birleşmiş oldu. Bu dönemden itibaren iktidar, medya üzerinden muhalefete yönelik söylemlerini daha pervasızca sürdürdü. Örneğin 2017’deki anayasa referandumu ve 2018 cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde, devletin resmî kanalı TRT dahil pek çok mecra, tek taraflı propaganda yayınlarına sahne oldu. Muhalefetin kampanya haberleri ya hiç verilmedi ya da karalanarak verildi. Televizyon tartışma programlarına yalnızca iktidar yanlısı yorumcular çıkarıldı; muhalif sesler büyük ölçüde ekranlardan silindi. Bu durum, muhalefetin iletişim stratejilerini de dönüştürdü: Ana muhalefet partisi CHP ve diğerleri, geleneksel medyada yer bulamadıkları için sosyal medya ve YouTube gibi platformlara yöneldiler. Nitekim 2018 seçimlerinde Muharrem İnce’nin mitingleri ana haber bültenlerinde değil Facebook canlı yayınlarında milyonlara ulaştı; benzer şekilde muhalif liderler kendi YouTube kanallarından mesajlar verdiler.
2010’ların sonunda ayrıca dikkat çeken bir diğer gelişme, kamu kurumlarının ve bizzat iktidarın “doğruluk kontrolü” iddiasıyla hamleler yapması oldu. 2019 sonrasında Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı bünyesinde kurulan birimler, medya ve sosyal medyayı izleyip “yalan haber” tespit ettiklerini duyurmaya başladılar. Fakat burada bariz bir çifte standart vardı: İletişim Başkanlığı, genellikle muhalefetten gelen iddiaları “yalan/dezenformasyon” diye damgalıyor, iktidar yanlısı mecraların ürettiği şüpheli içerikleri görmezden geliyordu. Bu, dezenformasyonla mücadele söyleminin bile siyasi amaçla kullanılabildiğini gösterdi. Nihayet Ekim 2022’de TBMM’de kabul edilen bir yasa ile “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” suçu tanımlanarak ceza kanununa eklendi. Kamuoyunda “Dezenformasyon Yasası” diye anılan bu düzenleme, muhalefet ve basın meslek örgütlerince sansürün hukukileştirilmesi olarak eleştirildi. İktidar ise bu yasanın sahte haberlere karşı zaruri olduğunu savundu. Hukuken tartışmalı olsa da, bu yasa iktidarın bilgi akışını kontrol etme ve beğenmediği haberleri yargı yoluyla bastırma arzusunun bir tezahürü olarak görüldü.
2020’ler: Yeni Medya, Güncel Dezenformasyon Örnekleri ve Algı Operasyonları
2020’li yıllara gelindiğinde Türkiye’de medya üzerindeki iktidar kontrolü neredeyse tam kapasite ulaşmış durumdadır. Yapılan araştırmalar, ülkedeki anaakım medya içeriğinin %90’ından fazlasının hükümet etkisi altında olduğunu göstermektedir. Gazeteler, televizyonlar ve hatta haber ajansları büyük ölçüde iktidarın çizgisinde yayın yaparken; muhalefet veya bağımsız sesler daha çok internet medyası ve sosyal ağlar üzerinden varlık göstermektedir. Bu dönemde iktidar ve muhalefet arasındaki enformasyon savaşları, ağırlıklı olarak dijital platformlarda cereyan etmektedir. Her iki taraf da kendi kitlesini konsolide etmek ve karşı tarafa dair olumsuz algılar yaratmak için sosyal medya kampanyalarından, video içeriklerinden, grafik ve mizahi paylaşımlardan yoğun şekilde yararlanmaktadır. Bununla birlikte, dezenformasyonun yayılma hızı ve etkisi de dijital çağda katbekat artmış durumdadır. Aşağıda, 2020’lerde öne çıkan birkaç somut vaka üzerinden, tarafların bilgi mücadeleleri incelenecektir:
- “128 Milyar Dolar Nerede?” Kampanyası (2021):
Ekonomik sıkıntıların belirginleştiği bir dönemde, muhalefet partileri (özellikle CHP), Merkez Bankası rezervlerinden kaybolduğu iddia edilen 128 milyar dolarlık döviz varlığı meselesini güçlü bir slogana dönüştürdü. “128 milyar dolar nerede?” yazılı afişler ve billboardlar ülkenin dört bir yanında asıldı, sosyal medyada aynı soru haftalarca gündemde tutuldu. Bu kampanya, muhalefetin enformasyon stratejisi açısından başarılı bir örnekti: Karmaşık bir ekonomik konuyu basit ve akılda kalıcı bir ifadeyle geniş kitlelere mal etti. İktidarın ilk tepkisi ise bunu bir “algı operasyonu” olarak nitelemek oldu. Polis, birçok ilde asılan 128 milyar afişlerini indirdi, valilikler bunları yasakladı. Devlet yetkilileri, aslında böyle bir kayıp olmadığını, rezervlerin çeşitli yollarla piyasaya satıldığını anlatmaya çalıştı; ancak bu teknik izahat kamuoyunu tatmin etmekte yetersiz kaldı. İktidar yanlısı medya, CHP’nin yürüttüğü bu kampanyayı “yalan ve dezenformasyon siyaseti” olarak tanımladı. Örneğin Cumhurbaşkanlığı danışmanları, gazete köşelerinde “128 milyar dolar burada, sizin aklınız nerede?” gibi karşı propagandaya girişerek söz konusu dövizlerin buhar olmadığını, ekonomi içinde dolaştığını iddia ettiler. Hatta iktidar cenahı, muhalefeti ekonomik paniğe yol açmakla suçladı; “ülkenin itibarını sarsmak için bile bile yalan söylemekle” itham etti. Muhalefet ise iktidarın açıklamalarını tatmin edici bulmadı ve “Merkez Bankası rezervlerinin eritildiği” söylemini sürdürdü. Bu bilgi çekişmesinde gözlenen bir gerçek şuydu: Teknik veriler ve rakamlar üzerine kurulu bir konuda bile, toplum ikiye bölünmüş ve kendi siyasi inancına uygun olana inanır hale gelmişti. Muhalif kesim için 128 milyar dolar meselesi bir skandal ve iktidarın gizlemeye çalıştığı bir hakikatti; iktidar yanlılarına göreyse bu iddia, bilgisizlikten veya kötü niyetten kaynaklanan bir muhalefet yalanından ibaretti. Sonuçta iktidar, gücüyle bu kampanyayı bir süre sonra gündemden düşürmeyi başarsa da, kutuplaşmış enformasyon iklimi nedeniyle konu asla tam anlamıyla aydınlanmadı; toplumun zihinlerinde farklı “gerçekler” olarak yaşamaya devam etti. - “Katarlı Öğrenciler Sınavsız Tıp Okuyacak” İddiası (2021):
Haziran 2021’de sosyal medyaya düşen bir haber ortalığı karıştırdı: İddiaya göre Katar ile yapılan bir anlaşma sonucu Katarlı gençler Türkiye’de sınava girmeden tıp fakültelerine kabul edilecekti. Bu haber hızla yayıldı; muhalefete yakın haber siteleri ve gazeteler de (örneğin Sol Haber, bazı yerel muhalif platformlar) iddiayı doğruluğunu tam kontrol etmeden aktardılar. Toplumda, özellikle gençler ve ailelerinde büyük bir tepki oluştu; Türk öğrenciler en zorlu sınavlara hazırlanırken Katarlıların torpille gelebileceği düşüncesi infial yarattı. Fakat çok geçmeden ortaya çıktı ki, bu iddia yanlıştı. Söz konusu anlaşma, Türkiye ile Katar arasında askeri sağlık alanında eğitim işbirliği protokolüydü ve sadece belirli sayıda askeri personel için karşılıklı eğitim imkânları öngörüyordu. Yani herhangi bir Katarlı sivil gencin genel kontenjanla Türk üniversitesine sınavsız girmesi söz konusu değildi. Bu gerçeğe rağmen, ilk yayılma anında iddianın oluşturduğu dezenformasyon dalgası oldukça güçlüydü. Hükümet kanadı ve resmi merciler hemen açıklama yaptı: Milli Savunma Bakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun, böyle bir şey olmadığını, haberin çarpıtma olduğunu vurguladılar. Devlet medyası (TRT Haber, Anadolu Ajansı) bu yalanlamaları öne çıkardı; muhalefeti sorumsuzca halkı kışkırtmakla itham etti. Nitekim bu yanlış haberi paylaşan bazı muhalefet figürleri de sonradan geri adım atmak zorunda kaldılar. “Katarlı öğrenciler” vakası, Türkiye’de dezenformasyonun nasıl çift yönlü işleyebildiğine dair öğretici bir örnektir: Genellikle iktidar kaynaklı bilgi çarpıtmaları tartışılırken, burada muhalif cenahta zuhur eden bir asılsız haberin de ne derece hızla köpürtülebildiği görüldü. Elbette bu haberi yayanların çoğu, hükümete duyulan güvensizlik ikliminden besleniyordu – “Katarlılara ayrıcalık” gibi bir tema, AKP’nin dış politikada Katar’la yakın ilişkisine dair eleştirel bir algıyı istismar ediyordu. İktidar, bu hatalı haber üzerinden muhalefeti topa tuttu ve kendi kitlesine “bakın işte bunlar yalan söylüyor” deme fırsatı yakaladı. Son tahlilde, her iki taraf da kendi doğrulama mekanizmalarını güçlendirmek zorunda olduklarını idrak ettiklerini belirttiler; nitekim bu hadise, muhalif medyada da teyit platformlarının (Teyit.org vb.) önemini bir kez daha gündeme getirdi. - Seçim Propagandalarında Montaj Videolar (2023):
Dezenformasyonun en çarpıcı tezahürlerinden biri, kritik seçim dönemlerinde kullanılan sahte veya montajlanmış ses ve görüntü kayıtlarıdır. 2023 yılı Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası da bu açıdan tarihe geçti. İktidar adayı Cumhurbaşkanı Erdoğan, rakibi Millet İttifakı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nu terör örgütü PKK ile iltisaklı göstermek amacıyla mitinglerinde bir video izletti. Söz konusu videoda, Kılıçdaroğlu’nun seçim kampanyası için hazırladığı “Haydi” şarkılı reklam filmine, PKK lideri Murat Karayılan’ın da aralarında olduğu bazı silahlı örgüt üyelerinin görüntüleri montajla eklenmişti. Yani ortaya, sanki PKK Kılıçdaroğlu’na destek klibi hazırlamış gibi bir görüntü çıkarılmıştı. Bu video, gerçek olmadığı açık olsa da, miting meydanlarında binlerce insana defalarca gösterildi ve televizyon haberlerine de konu oldu. Erdoğan, rakibini terörle özdeşleştirme stratejisini bu sahte videoyla pekiştirmeye çalıştı. Seçim sonrasında bir TV programında bu konu sorulduğunda Erdoğan tartışmalı bir cevap verdi: “Kılıçdaroğlu’nun Kandil’dekilerle video çekimleri var. Ama montaj ama şu ama bu… PKK’lılar videolarla bunlara destek verdiler.” Bu sözler, bizzat Cumhurbaşkanı’nın montaj bir videoyu bilerek kullandığı ve bunu sorun etmediği şeklinde yorumlandı. Nitekim Kılıçdaroğlu dahil muhalefet kanadı Erdoğan’a sert tepki gösterdi; kendisini “montajcı, sahtekâr” olarak niteledi. Bu olay, Türkiye’de dezenformasyonun geldiği tehlikeli boyutu gözler önüne serdi: En üst düzeydeki politikacı, seçim kazanmak uğruna bilinçli bir dezenformasyon malzemesi kullanabildiğini alenen itiraf edebiliyordu. Kendi tabanında bunun ahlaki bir sorun olarak görülmeyeceğine dair bir özgüven içindeydi. Gerçekten de, Erdoğan’ın bu itirafı, muhalif kitlede infial yaratmış olsa da, destekçileri nezdinde pek bir olumsuz etki doğurmadı. Bilgi savaşlarında galip gelmek için her yolun mubah görülmesi, Türkiye siyasetindeki kutuplaşmanın belki de en somut göstergelerinden biridir. Öte yandan, aynı 2023 seçim sürecinde muhalefet cephesi de bilgi akışında bazı hatalar yaptı. Örneğin sosyal medyada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sağlığı hakkında doğrulanmamış söylentiler yaymak veya iktidar mensuplarının gizli servetleriyle ilgili teyide muhtaç listeler dolaştırmak gibi hamleler görüldü. Bunlar geniş bir resmi olmasa da, iktidarın eline koz verdi. Hükümet yanlısı medya, muhalefetin her sesini “yalan” damgasıyla itibarsızlaştırmak için hazır bekliyordu. Seçim dönemlerinde kurulan partizan trol hesapları da dezenformasyonun kaynağı oldu: Twitter’da sahte hesaplar, karşı taraf hakkında olmadık iddiaları trend yapmaya çalıştı. Mesela muhalefet adayı lehine çekildiği iddia edilen bir diğer adayın asılsız video ve ses kayıtları internete servis edildi; bu yolla seçmen davranışını etkileme çabaları yaşandı. Tüm bu olup bitenler, seçim atmosferinde doğru ile yanlışın kasıtlı biçimde harmanlandığı sisli bir ortamın oluştuğunu gösterdi. Seçmenler, hangi bilgiye güveneceğini kestirmekte zorlanırken, siyasi aktörler sadece kendi taraftarlarına seslenip onları manipüle etmeye odaklandı. - Sosyal Medya Trolleri ve Dijital Propaganda Makineleri:
2020’lerde Türkiye’de iktidar-muhalefet çekişmesinin önemli bir cephesi de sosyal medya operasyonlarıdır. İktidar partisi AKP, özellikle gençlik teşkilatı ve trol denilen anonim hesaplar aracılığıyla Twitter başta olmak üzere sosyal medyada çok etkin bir varlık sergiledi. Kamuoyunda “Aktroller” olarak adlandırılan hükümet yanlısı büyük bir hesaplar ağı, sistematik şekilde karşıt görüşlü gazeteci, siyasetçi ve kanaat önderlerine saldırılar düzenledi. Bu hesaplar, organize biçimde etiket çalışmaları yaparak gündem belirleme veya dağıtma işlevi gördü. Örneğin, hükümet aleyhinde popüler olan bir konuyu saptırmak için aniden bambaşka bir etiketi TT (trend topic) yapabiliyorlar; ya da muhalif bir figür bir eleştiride bulunduğunda yüzlerce koordineli hesap aynı anda küfür ve hakaret mesajlarıyla linç kampanyası başlatabiliyor. Haziran 2020’de Twitter, manipülasyon kurallarını ihlal ettiği gerekçesiyle Türkiye’de AKP ile ilişkili olduğu belirtilen 7 binden fazla hesabı kapattığını duyurdu. Bu hesapların tek merkezden yönetildiğine dair bulgular paylaşan bir uluslararası rapor yayınlandı. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı ise bu iddiaları reddederek Twitter’ı ideolojik taraf tutmakla suçladı. Hükümet, resmen olmasa da fiilen var olduğu anlaşılan trol ordusunu kabul etmese de, muhalif gazeteciler ve politikacılar üzerinde oluşan oto-sansürde bu çevrimiçi zorbalığın etkisi büyük oldu. Pek çok gazeteci, sosyal medyada maruz kaldığı organize taciz nedeniyle görüşlerini ifade etmekten çekinir hale geldi. Bu da aslında sansürün bir başka boyutu olarak değerlendirilebilir. Muhalefet tarafında da sosyal medyayı etkili kullanan kitleler oluştu. Özellikle genç ve şehirli muhalifler, Twitter’da zaman zaman hükümet aleyhine kampanyalar yürüttüler. Örneğin ekonomik kriz dönemlerinde “#Geçinemiyoruz” gibi etiketlerle vatandaşların şikayetlerini görünür kılmaya çalıştılar. Fakat muhalefetin dijital gücü daha dağınık ve gönüllü katılımla sınırlı kaldı; iktidar kadar sistematik bir “propaganda makineleri” yoktu. Yine de, 2020’lerde mesela Ekrem İmamoğlu gibi popüler muhalif siyasetçiler sosyal medyada hükümet kontrolündeki medyaya rağmen kitlelere ulaşmayı başardılar. YouTube’da yayın yapan Medyascope, Halk TV, Tele1 gibi kanallar çok daha fazla izleyici çekmeye başladı. Bu dijital alan, muhalefetin nefes alabildiği bir mecra olarak öne çıktıysa da, iktidarın da yasal ve teknik hamlelerle burayı sınırlamak istediği görüldü. 2020’de çıkarılan sosyal medya yasası ile Twitter, Facebook gibi platformlara Türkiye’de temsilci bulundurma ve içerik çıkarma zorunluluğu getirildi. Takip eden dönemde bazı muhalif içeriklerin, haber sitelerinin iktidar mensuplarıyla ilgili rahatsız edici haberlerinin mahkeme kararıyla erişime engellenmesi çok sıklaştı.
Bu tablo, 2020’lerde Türkiye’de enformasyon savaşlarının “bitmeyen bir hal aldı”ğını gösteriyor. Adeta 7/24 süren bir propaganda ve karşı-propaganda döngüsü mevcut. İktidar, kendi hakimiyetindeki medya düzenini korurken, muhalefet de onun erişemediği dijital köşelerde varlık göstermeye çabalıyor. Ancak bu arada toplumun genelinde haber kaynağına güven aşınması yaşanıyor. Uluslararası raporlar, Türkiye’nin “haberlerde sahte bilgiye maruz kalma” oranında dünya birincisi olduğunu ortaya koyuyor. Yani ortalama bir yurttaş, okuduğu/izlediği haberlerin yarısından fazlasının doğruluğundan emin olamıyor veya yalan olduğunu düşünüyor. Bu güvensizlik ortamı, dezenformasyonun etkisini aslında daha da artırıyor: Gerçekle yalan arasındaki çizgi silikleştiğinden, kitleler duymak istedikleri şeye inanmaya daha meyilli hale geliyorlar. İktidar ve muhalefet ise bu zaafı kendi lehlerine kullanmaktan geri durmuyorlar.
Sonuç: Enformasyon Savaşlarının Bilançosu ve İlerisi için Değerlendirmeler
1970’lerden günümüze Türkiye’de iktidar ve muhalefet arasındaki enformasyon ve dezenformasyon savaşlarını incelediğimiz bu rapor, birçok açıdan ürkütücü bir manzara ortaya koymaktadır. Yaklaşık yarım asırlık süreçte, farklı dönemlerin koşullarına ve medya teknolojilerine göre değişen yöntemlerle her iki taraf da kamuoyu algısını yönlendirmeye çalışmış; bu uğurda gerektiğinde yanlış veya yanıltıcı bilgilere başvurmaktan çekinmemiştir.
Genel bir değerlendirme yapmak gerekirse: İktidarlar, ellerindeki devlet gücünü kullanarak medya alanında hep daha avantajlı konumda oldular. Devlet radyosu ve televizyonunun tek kanal olduğu dönemlerde doğrudan sansür ve tek seslilik hakimdi. Özel medya çağında ise ekonomik ve siyasi nüfuz araçlarıyla anaakım mecralar denetim altına alındı. Sonuç olarak, hangi parti veya güç odakta olursa olsun, Türkiye’de yönetimler eleştirel medyayı susturmak veya ehlileştirmek için çeşitli yollar denediler. Bunun doğal bir uzantısı olarak da, kendi politikalarını parlatmak veya hatalarını gizlemek için propaganda mekanizmalarını devreye soktular. Kimi zaman darbeyi meşrulaştırmak için TRT’de filmler yayınlamak, kimi zaman yolsuzluk iddialarını bastırmak için komplo teorileri üretmek, kimi zaman da seçim kazanmak için rakibi teröristle özdeşleştiren montaj videolar göstermek gibi sayısız örnek biriktirdiler. Bugün gelinen noktada, Türkiye’de iktidar aygıtı, geleneksel medyayı önemli ölçüde bir “propaganda aygıtı” olarak kullanmaktadır. Basın etiği veya gerçek habercilik, iktidara yakın kuruluşlarda tali plandadır; esas olan, siyaseten hedeflenen algıyı yaratmaktır. Bu durum, demokratik bir toplum için ciddi bir sorun teşkil etmektedir; zira sağlıklı ve özgür bir kamusal tartışma zemini, ancak bağımsız ve güvenilir bir medya ile mümkündür. Medyanın büyük kısmı tek taraflı konuşunca, toplumun ortak gerçeklik algısı zedelenmekte, hakikat sonrasında bir çağ yaşanmaktadır.
Öte yandan, muhalefet cephesi de enformasyon mücadelelerinde bütünüyle masum kalamamıştır. İktidar baskısı altındaki muhalif aktörler, geleneksel medyadan dışlandıkça alternatif kanallara yönelirken, buralarda zaman zaman yeterli doğrulama süzgeci olmadan bilgi yaydıkları görülebilmiştir. Özellikle sosyal medya merkezli muhalif söylemlerde, bazen duyumların teyit edilmiş gibi sunulması, komplo teorilerinin ve abartılı suçlamaların dolaşıma girmesi gibi problemler yaşanmıştır. Muhalefet, iktidarın yoğun propagandasını dengelemek için çarpıcı söylemlere ihtiyaç duyduğunda, bilinçli olmasa bile, yanlış bilgilere kapı aralayabilmiştir. Bunun sonucunda iktidar, muhalefetin tek tük yanlışlarını büyüterek genelleme yapma ve tüm muhalif medyayı “yalancı” ilan etme fırsatı bulmuştur. Ancak burada güç asimetrisinin altını çizmek gerek: İktidarın kontrolündeki devasa iletişim imkânları karşısında muhalefetin birkaç hatalı bilgi örneği, etki bakımından aynı kefeye konamaz. Yine de muhalefetin de kendi içinde eleştirel mekanizmaları işletip güvenilirlik ilkesine sıkı sıkıya sarılması, toplumsal güven inşası açısından şarttır.
Enformasyon savaşları, Türkiye’de toplumsal kutuplaşmayı ne yazık ki daha da keskinleştirmiştir. Her iki taraf kendi medyasında duyduklarına inanıp karşı tarafın medyasını peşinen yalan makineleri olarak görmeye eğilimlidir. Böyle bir atmosferde uzlaşılı bir gerçeklik zemini oluşturmak çok zordur. Örneğin bir kesim için 15 Temmuz apaçık bir FETÖ darbesiyken, diğer uçta bunun kontrollü bir senaryo olduğuna iman edenler vardır. Bir taraf için ekonomik sıkıntılar “dış mihrakların oyunu” iken, öbür taraf için tamamen “beceriksiz yönetimin suçu”dur. Bu iki uç arasında ortak verilere, nesnel analizlere dayalı bir makul tartışma zemini kalmamaktadır. Sonuç, birbirine güvenmeyen, hatta aynı olguya dair bambaşka inançları olan iki ayrı toplum görüntüsüdür.
Bu olumsuz tabloya rağmen, son yıllarda Türkiye’de bağımsız doğrulama platformları ve eleştirel sivil toplum girişimleri filizlenmiştir. Teyit.org, Doğruluk Payı gibi platformlar, yayılan haberlerin doğruluk kontrolünü yapıp kamuoyunu bilgilendirme misyonunu üstlenmiştir. Yine Bağımsız İletişim Ağı (Bianet) gibi yapılar, medyadaki nefret söylemi, dezenformasyon gibi konularda raporlar hazırlamakta, bir anlamda medya okuryazarlığını geliştirmeye çalışmaktadır. Genç nesiller arasında dijital okuryazarlığın artması, her okunan habere hemen inanmama refleksi de kısmen güç kazanmaktadır. Ancak bu çabaların anaakım medyanın devasa etkisi karşısında henüz çok sınırlı kaldığı da bir gerçektir.
Gelecek açısından bakıldığında, Türkiye’nin sağlıklı bir demokrasiye kavuşabilmesi için enformasyon alanındaki bu yaraların sarılması kritik önemdedir. Bunun için öncelikle medya özgürlüğünün ve çoğulculuğunun yeniden tesis edilmesi gerekmektedir. İktidar değişse bile, eğer medya aynı mantıkla kontrol edilmeye çalışılırsa, dezenformasyon sarmalından çıkılamaz. Tüm tarafların, basının kamusal rolüne saygı duyması, hoşlarına gitmeyen haberlerle de yüzleşmeye hazır olması gerekir. Ayrıca yalan haber yayanların hangi cenahtan olursa olsun etik ve hukuki olarak hesap verebilir olması önemlidir; ancak bu yapılırken “yalan haberi önleme” adı altında sansür mekanizmaları kurulması tehlikesinden sakınılmalıdır. Teknoloji şirketleri, sosyal medya platformları da Türkiye özelinde dezenformasyonla mücadelede daha şeffaf ve işbirlikçi bir tutum almalıdır.
En nihayetinde, enformasyon savaşı yerine enformasyon barışını tesis etmek, toplumun tüm kesimlerinin uzun vadeli yararına olacaktır. Aksi takdirde, kısa vadeli politik kazançlar uğruna sürdürülen dezenformasyon pratikleri, kamusal güven duygusunu, toplumsal bir arada yaşama kültürünü ve demokratik süreçlerin meşruiyetini erozyona uğratmaya devam edecektir. Hakikatin tekrar değer bulduğu, medyanın tüm taraflara eşit mesafede doğruyu aradığı ve halkın ortak gerçekler üzerinde tartışabildiği bir Türkiye umudu, ancak bu bilinçle atılacak adımlarla gerçeğe dönüşebilecektir.
Kaynaklar:
- https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1167900
- https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/648521
- https://tr.boell.org/tr/2021/09/17/turkiyede-dezenformasyon-zehirlenen-kamuoyu
- https://bianet.org/bianet/medya/166236-turkiye-medyasinin-akp-li-13-yili
- https://bianet.org/5/94/166236-turkiye-medyasinin-akp-li-13-yili (İngilizce özeti mevcut)
- https://www.dw.com/tr/gezi-kutupla%C5%9Ft%C4%B1rma-politikalar%C4%B1n%C4%B1n-y%C3%BCkseldi%C4%9Fi-10-y%C4%B1l/a-65784208
- https://www.dw.com/tr/k%C4%B1l%C4%B1%C3%A7daro%C4%9Flundan-erdo%C4%9Fana-montaj-tepkisi/a-65705149
- https://teyit.org/analiz/katarli-genclerin-turkiyede-sinavsiz-tip-okuyabilecegi-iddiasi
- https://www.ahaber.com.tr/gundem/2021/04/21/cumhurbaskani-basdanismani-cemil-ertemden-kemal-kilicdarogluna-128-milyar-dolar-yaniti-chpnin-caresizce-yuruttugu-bildik-dezenformasyon-sureci
- https://tr.euronews.com/2023/05/23/kilicdaroglu-videosunun-montaj-oldugunu-kabul-eden-erdogana-muhalefetten-montajci-sahtekar-tepkisi
- https://www.dw.com/tr/muhalefetten-17-25-aral%C4%B1k-%C3%A7a%C4%9Fr%C4%B1s%C4%B1/a-51728198
- https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-61195363 (Türkiye’de medya sahipliği ve iktidar ilişkileri üzerine)
- https://www.reuters.com/article/turkey-twitter/turkey-blasts-twitter-as-7370-ak-troll-accounts-deleted-idINKBN23J2MX
- https://data.digitalnewsreport.org/ (Reuters Institute Digital News Report – Türkiye bölümleri)