Siyaset

Siyasi Erozyon, Güç Konsolidasyonu ve Halkın Tepkisi

Bu rapor, Türkiye’deki siyasi erozyon olgusunu, son 50 yıllık tarihsel bağlamı içinde incelemektedir. Siyasi erozyon, coğrafi bir terim olan erozyonun (toprak aşınması) siyaset bilimine uyarlanmış halidir. Bu kavram, demokratik kurumların, normların ve pratiklerin, resmi seçim süreçleri devam etse dahi, zamanla aşınmasını ve zayıflamasını ifade eder. Siyaset bilimci Fareed Zakaria’nın “illiberal demokrasi” olarak adlandırdığı bu modelde, seçimler düzenli olarak yapılır ancak hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, medya özgürlüğü ve kuvvetler ayrılığı gibi temel demokratik ilkeler zayıflatılır.  

Bu analizin temel tezi, Recep Tayyip Erdoğan ve Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) liderliğindeki güç konsolidasyonunun tarihsel bir tesadüf olmadığı, aksine 50 yıllık bir siyasi istikrarsızlık, askeri müdahaleler ve halkın eski siyasi düzene yönelik hayal kırıklığı döngüsünün bir sonucu olduğudur. Mevcut hiper-başkanlık sistemi, kendisinden önceki kronik olarak parçalanmış parlamenter sistemden kararlı ve belki de nihai bir kopuşu temsil etmekte ve kendine özgü bir güç ve muhalefet mantığına sahip yeni bir siyasi gerçeklik yaratmaktadır.

Rapor üç ana bölümden oluşmaktadır:

  1. Güçlü bir lider talebini yaratan tarihsel istikrarsızlık öncülleri.
  2. Erdoğan ve AK Parti’nin gücü metodik olarak konsolide etmesi.
  3. Hükümetin milliyetçi-devletçi anlatısı ile muhalefetin demokratik restorasyon ve iç sorunlara odaklanan stratejisi arasındaki güncel stratejik savaş alanı.

Hoşnutsuzluğun Temeli: Bir İstikrarsızlık Cumhuriyeti (1974–2002)

Bu bölüm, 20. yüzyılın sonlarındaki siyasi sistemin başarısızlıklarının, 21. yüzyıldaki radikal dönüşümün koşullarını nasıl yarattığını tarihsel bir bağlamda ele almaktadır. Halkın istikrar ve kaosa son verme talebi, bu dönemin en önemli siyasi sermayesi haline gelmiştir.

Kargaşa On Yılı ve 12 Eylül Kopuşu (1974-1990)

1970’ler, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en çalkantılı dönemlerinden biri olarak kayıtlara geçmiştir. Bu on yıl, siyasi sistemin neredeyse tamamen felç olduğu, toplumsal kutuplaşmanın şiddete dönüştüğü ve ekonomik krizlerin halkı derinden etkilediği bir dönemdir. Siyasi arena, kısa ömürlü ve istikrarsız “Milliyetçi Cephe” koalisyon hükümetleri tarafından yönetiliyordu. Bu hükümetler, ülkenin temel sorunlarına çözüm üretmekte aciz kalırken, sağ-sol siyasi şiddeti tırmanarak bir iç savaş atmosferi yaratmıştır. Yüksek enflasyon, temel tüketim mallarındaki kıtlıklar ve siyasi suikastlar, gündelik hayatın bir parçası haline gelmişti. Bu kaos ortamında, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), 12 Mart 1971’de bir askeri muhtıra vererek sivil siyasete müdahale etmişti. Bu muhtıra, ordunun kendisini siyasetin nihai hakemi olarak gördüğünü ve sivil hükümetleri yetersiz bulduğunda müdahale etmekten çekinmeyeceğini göstermesi açısından, 1980 darbesinin bir provası niteliğindeydi. Bu dönem, kamuoyunun hafızasında çok partili demokrasinin kaos ve istikrarsızlıkla özdeşleşmesine neden oldu.  

12 Eylül 1980 askeri darbesi, sadece siyasi bir kesinti değil, devletin temelden yeniden yapılandırıldığı bir süreçti. Kenan Evren liderliğindeki TSK, yönetime el koyarak parlamentoyu ve tüm siyasi partileri feshetti. Darbeyi, yüz binlerce kişinin gözaltına alındığı, sistematik işkencenin yaygınlaştığı ve onlarca kişinin idam edildiği acımasız bir baskı dönemi izledi. Askeri yönetimin denetiminde hazırlanan ve bir plebisitle kabul edilen 1982 Anayasası, yürütmeyi güçlendirirken, Yükseköğretim Kurulu (YÖK) gibi kurumlar aracılığıyla üniversiteleri apolitik hale getirmeyi ve kontrol altına almayı amaçladı. En önemlisi, küçük partilerin (özellikle sol veya Kürt yanlısı) meclise girmesini engellemek ve “istikrarı” sağlamak adına, temsiliyet pahasına %10’luk ülke seçim barajı getirildi.  

Bu süreç, demokrasinin sadece askıya alınmadığı, aynı zamanda daha az demokratik olacak şekilde bilinçli olarak yeniden tasarlandığı bir devlet öncülüğünde siyasi erozyon anıydı. 1980 öncesi sistemin radikal ideolojilere (komünizm gibi) karşı fazla geçirgen olduğu düşünülüyordu. Ordunun 1982 Anayasası ile getirdiği çözüm, siyasi katılımı ve ideolojik çeşitliliği sınırlayan kurumsal engeller (seçim barajı, YÖK) yaratmaktı. Bu durum, çoğulculuk ve temsil ilkelerini doğası gereği aşındıran “kontrollü” veya “vesayetçi” bir demokrasi ortaya çıkardı. Dolayısıyla, AK Parti döneminde yaşanan erozyon bir boşlukta meydana gelmedi; demokratik kurumların bizzat laik devlet tarafından zayıflatıldığı bir temel üzerine inşa edildi.

Darbe yönetiminin ikili politikası – solu ezerken “Türk-İslam Sentezi”ni teşvik etmesi – paradoksal bir şekilde siyasal İslam’ın yükselişine zemin hazırladı. Ordu, birincil varoluşsal tehdit olarak komünizmi görüyordu. Buna karşı koymak için, Türk milliyetçiliği ile Sünni İslam’ı harmanlayan devlet onaylı bir ideolojiyi destekledi; İmam Hatip okullarının sayısını artırdı ve din eğitimini zorunlu hale getirdi. Eş zamanlı olarak, sendikalar, öğrenci grupları, siyasi partiler ve aydın çevreleri de dahil olmak üzere siyasi solun tüm ekosistemini sistematik olarak yok etti. Bu durum, siyasi yelpazenin bir tarafında bir boşluk yaratırken, diğer tarafın kadrolarını ve dünya görüşünü aktif olarak besledi ve meşrulaştırdı. Sonuç olarak, 1990’larda halk hoşnutsuzluğu yeniden ortaya çıktığında, en organize ve ideolojik olarak tutarlı alternatif, generallerin sosyal mühendisliğinin istenmeyen bir faydalanıcısı olan siyasal İslamcı hareket (Refah Partisi) oldu.  

Aynı zamanda, 24 Ocak Kararları olarak bilinen neoliberal ekonomi politikalarının askeri yönetim altında uygulanması, siyasal İslam’ın finansal motoru haline gelecek yeni bir muhafazakâr Anadolu iş sınıfını yarattı. Bu politikalar, Türkiye’yi devlet öncülüğündeki ithal ikameci bir ekonomiden, ihracata yönelik serbest piyasa modeline dönüştürdü. Bu dönüşüm, geleneksel, laik İstanbul merkezli burjuvazinin dışında yeni işletmelerin büyümesini teşvik ederek “Anadolu Kaplanları” olarak adlandırılan kesimi ortaya çıkardı. Bu yeni burjuvazi ekonomik olarak güçlenmiş ancak kültürel ve siyasi olarak Kemalist elitten yabancılaşmış durumdaydı. Doğal siyasi evlerini, daha önceki İslamcı hareketlerin sahip olmadığı müthiş bir ekonomik taban sağladıkları Refah Partisi ve daha sonra AK Parti’de buldular. Böylece darbe, Erdoğan’ın gelecekteki başarısının hem ideolojik hem de ekonomik temelini atmış oldu.  

“Kayıp On Yıl” ve Post-Modern Müdahale (1991-2002)

1990’lar, Türkiye için derin bir siyasi ve ekonomik başarısızlık dönemi olarak hafızalara kazındı. Bu on yıl, birbiri ardına gelen zayıf, kısa ömürlü ve etkisiz koalisyon hükümetleri tarafından yönetildi. Siyasi yolsuzluk yaygınlaşmış, devlet, polis ve organize suç arasındaki bağlantıları ortaya çıkaran Susurluk kazası gibi skandallar devletin meşruiyetine ağır darbe vurmuştu. Bu dönem, yaygın olarak Türkiye’nin “kayıp yılları” olarak anılmaktadır.  

Bu istikrarsızlık ortamında, 28 Şubat 1997’de ordu bir kez daha siyasete müdahale etti. Ancak bu müdahale, “post-modern darbe” olarak adlandırılacak kadar özgün bir nitelik taşıyordu. Önceki darbelerin aksine, ordu yönetime doğrudan el koymadı. Bunun yerine, Milli Güvenlik Kurulu (MGK) aracılığıyla medya, yargı ve iş dünyası derneklerini kullanarak İslamcı Refah Partisi lideri Necmettin Erbakan’ın başbakan olduğu koalisyon hükümetini istifaya zorlayan bir kampanya yürüttü. Müdahalenin temel gerekçesi, laik cumhuriyete yönelik “irtica” (dini gericilik) tehdidiydi. Bu süreçte “yeşil sermaye” olarak adlandırılan İslami sermaye üzerinde baskı kuruldu ve İmam Hatip okullarının etkisini sınırlamak için 8 yıllık kesintisiz eğitim yasası çıkarıldı.  

Siyasal İslam’ı yok etmeyi amaçlayan 28 Şubat süreci, bunun yerine siyasi bir filtre görevi görerek daha pragmatik ve seçilebilir bir “muhafazakâr demokrat” hareketin evrimini hızlandırdı. Bu müdahale, Erbakan’ın “Milli Görüş” hareketinin çatışmacı ve sistem karşıtı söyleminin siyasi bir çıkmaz sokak olduğunu gösterdi. Bu durum, hareket içinde gelenekçi kanat ile Erdoğan ve Abdullah Gül liderliğindeki “Yenilikçi” kanat arasında büyük bir bölünmeye yol açtı. Yenilikçiler, demokrasiyi, insan haklarını, piyasa ekonomisini benimseyen ve Batı ile (AB üyeliği) bütünleşmeyi hedefleyen yeni bir siyasi dilin gerekliliğini savundular. 28 Şubat’ın başarısızlığından doğan bu stratejik eksen değişikliği, 2001’de yeni kurulan AK Parti’nin kendisini radikal bir İslamcı parti olarak değil, ana akım bir “muhafazakâr demokrat” parti olarak sunmasını sağladı ve bu da onu çok daha geniş bir seçmen kitlesi için kabul edilebilir kıldı.  

Eski siyasi düzenin tabutuna son çiviyi ise 2001 ekonomik krizi çaktı. Bu kriz, Türk Lirası’nın büyük ölçüde devalüe edildiği, faiz oranlarının fırladığı, binlerce işletmenin iflas ettiği ve işsizliğin tırmandığı yıkıcı bir bankacılık ve kur kriziydi. Dönemin Cumhurbaşkanı ile Başbakanı arasında yaşanan siyasi bir gerilimin piyasaların çöküşünü tetiklemesi, tamamen işlevsiz bir siyasi sistem algısını halkın zihninde pekiştirdi. Bu kriz, koalisyonu oluşturan partilerin (DSP, MHP, ANAP) siyasi kredibilitesini tamamen tüketti ve 2002 seçimlerinde neredeyse tamamen siyaset sahnesinden silinmelerine yol açtı. 1990’ların siyasi istikrarsızlığı ve 2001 ekonomik krizinin yarattığı birleşik travma, halkta ideolojik kaygıları bir kenara bırakarak temel yetkinlik ve istikrar sağlayabilecek tek ve güçlü bir siyasi aktöre yönelik ezici bir talep yarattı. Halk, yıllarca süren etkisiz koalisyonlardan, yolsuzluktan ve siyasi çekişmelerden bıkmıştı. 2002 seçimlerinde seçmenler, eski düzenle ilişkili her partiyi sistematik olarak cezalandırdı. Henüz bir yıllık bir parti olan AK Parti , temiz ve lekesiz olarak görüldü. Vaatleri basitti: kaosa son vermek ve ekonomik toparlanmaya odaklanmak. Dolayısıyla, ezici zaferleri öncelikle ideolojik bir platforma verilmiş bir oydan ziyade, 1990’ların tüm siyasi sınıfına  

karşı ve önümüzdeki on yıl boyunca meşruiyetlerinin temelini oluşturacak olan istikrar vaadine yönelik pragmatik bir oydu.


Yeni Türkiye’nin Mimarı: Erdoğan’ın Gücünün Pekiştirilmesi

Bu bölüm, AK Parti’nin Erdoğan liderliğinde, başlangıçtaki istikrar vaadini kullanarak eski güç yapılarını sistematik olarak nasıl tasfiye ettiğini ve yerine yeni, merkezi bir siyasi düzen inşa ettiğini analiz etmektedir.

AK Parti’nin Yükselişi ve Merkezin Yeniden İnşası (2002-2013)

Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi kariyeri, pragmatizm ve hizmet odaklı belediyecilik anlayışıyla ün kazandığı 1994-1998 yılları arasındaki İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde parladı. Bir şiir okuduğu için aldığı hapis cezası Refah Partisi’ndeki kariyerini fiilen sonlandırdıktan sonra, 2001’de AK Parti’yi kurdu. AK Parti, 2002’de ezici bir zafer kazanarak on yılı aşkın bir süreden sonra ilk tek parti hükümetini kurdu. Bu ilk dönem, 2001 krizinin tam aksine, güçlü ekonomik büyüme, düşen enflasyon ve AB üyeliğini hedefleyen bir dizi demokratik reformla damgasını vurdu. En önemlisi, bu dönemde hukuki davalar ve siyasi manevralar yoluyla ordunun siyasi nüfuzu kademeli olarak aşındırıldı ve askeri vesayet dönemi fiilen sona erdirildi.  

AK Parti’nin siyasi yörüngesindeki kritik dönüm noktası 2013 Gezi Parkı protestoları oldu. Protestolar, İstanbul’daki bir parkı kurtarmak için küçük bir çevreci eylem olarak başladı. Ancak polisin şiddetli müdahalesi, protestoların milyonlarca insanı kapsayan ülke çapında bir hükümet karşıtı harekete dönüşmesine neden oldu. Protestocular laikler, liberaller, öğrenciler ve şehirli profesyonellerden oluşan çeşitli bir koalisyondu. Erdoğan’ın tepkisi uzlaşmacı olmak yerine son derece kutuplaştırıcıydı; protestocuları “çapulcu”, terörist ve dış güçlerin ajanı olarak nitelendirdi. Ünlü “evde tuttuğumuz yüzde 50 var” sözüyle milleti açıkça “biz” ve “onlar” olarak ikiye böldü. Bu olaylar, Türkiye’nin ekonomisine ve uluslararası imajına ciddi zararlar verdi.  

Gezi, AK Parti’nin “geniş tabanlı” koalisyon döneminin sonunu ve kimlik temelli kutuplaşmayı temel bir siyasi strateji olarak benimsemesinin başlangıcını işaret etti. Gezi öncesinde AK Parti’nin destek tabanı, ekonomik istikrarı ve askeri gücün geriletilmesini önemseyen liberaller, iş çevreleri ve bazı azınlıkları da içeren geniş bir koalisyondu. Gezi, AK Parti’nin muhafazakâr-dindar tabanı ile ülkenin laik-şehirli nüfusu arasındaki derin kültürel ve siyasi fay hattını ortaya çıkardı. Bu meydan okumayla karşı karşıya kalan Erdoğan stratejik bir seçim yaptı: protestocuları geri kazanmaya çalışmak yerine, çatışmayı varoluşsal bir çerçeveye oturtarak kendi tabanını pekiştirmeyi ve harekete geçirmeyi seçti. Bu, “muhafazakâr demokrat” maskesinin daha agresif, popülist-milliyetçi bir kimlik lehine düştüğü andı. Dindar bir milletin iç ve dış düşmanlar tarafından kuşatıldığı anlatısı, bugüne kadar devam eden baskın tema haline geldi.

Hükümetin Gezi’ye müdahale şekli, gelecekteki tüm muhalefet biçimlerine yönelik yaklaşımının bir planını oluşturdu: gayrimeşrulaştırma, güvenlikleştirme ve “dış güçler” anlatısının kullanılması. Gezi protestoları organik ve lidersizdi. Ancak hükümet, olayları derhal Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak için dışarıdan organize edilmiş bir komplo olarak çerçeveledi. Bu anlatı, sert polis müdahalesini meşrulaştırmalarına ve protestocuların meşru şikayetlerini görmezden gelmelerine olanak tanıdı. Siyasi partiler, sivil toplum veya protestocular olsun, her türlü muhalefeti bir dış komplo veya terör örgütünün uzantısı olarak etiketleme taktiği, 2013’ten sonra standart bir operasyon prosedürü haline geldi. Bu taktik, muhalefeti izole etmeye ve hükümetin tabanını bayrak etrafında toplamaya hizmet etmektedir.

Yürütme Hakimiyetinin Resmileştirilmesi (2014-Günümüz)

Parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçiş, Erdoğan’ın gücünü pekiştirmesinin en önemli adımı oldu. 2014’te Erdoğan, parlamenter atama sisteminden büyük bir kopuşla, halk tarafından doğrudan seçilen ilk cumhurbaşkanı oldu. Güçlü bir yürütme için nihai gerekçeyi sağlayan 2016 darbe girişiminin ardından, AK Parti ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) bir anayasa değişikliği paketi üzerinde işbirliği yaptı. Paket, 2017’deki referandumda %51,4’lük dar bir oy oranıyla kabul edildi.  

“Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” olarak adlandırılan yeni sistem, yürütme gücünü neredeyse tamamen cumhurbaşkanında topladı. Sistem, başbakanlık makamını kaldırarak cumhurbaşkanını hem devlet başkanı hem de hükümet başkanı yaptı. Cumhurbaşkanı, bakanları ve cumhurbaşkanı yardımcılarını parlamento onayı olmaksızın atama ve görevden alma yetkisine sahip oldu. Yürütme gücüyle ilgili konularda kanun hükmünde kararnameler çıkarabilme yetkisi elde etti. Parlamentonun en temel denetim aracı olan bütçe hakkı önemli ölçüde zayıflatıldı; meclisin cumhurbaşkanının bütçe teklifini reddetmesi durumunda, bir önceki yılın bütçesi yeniden değerleme oranıyla yürürlüğe girecekti. Hakimler ve Savcılar Kurulu’na (HSK) yaptığı atamalarla yargı üzerindeki nüfuzu artırıldı. En önemlisi, cumhurbaşkanının artık siyasi parti üyeliğini sürdürebilmesi, hem partisine liderlik etmesine hem de parlamentodaki çoğunluk grubunu kontrol etmesine olanak tanıdı.  

Bu yeni sistem, Amerikan veya Fransız modellerinin bir Türk versiyonu değil, asgari denetime sahip azami yürütme hakimiyeti için tasarlanmış sui generis (kendine özgü) bir sistemdir. Destekçileri sık sık ABD veya Fransa ile karşılaştırmalar yapsa da, eleştirmenlerin belirttiği gibi, Türk sistemi bu modellerin temel denetim mekanizmalarından yoksundur. ABD’de Kongre’nin gerçek bütçe gücü vardır ve kabine atamaları Senato’nun onayını gerektirir. Türkiye’de ise bu denetimler ya yoktur ya da ciddi şekilde zayıflatılmıştır. Cumhurbaşkanının aynı zamanda meclis çoğunluğunu kontrol eden parti lideri olabilmesi, ABD modelindeki katı kuvvetler ayrılığının tam tersi olan bir yürütme ve yasama gücü birleşmesi yaratır. Dolayısıyla sistem, standart bir başkanlık sistemi olarak değil, tek bir liderin gücünü resmileştiren ve akademik analizlerde “güçler birliği” olarak tanımlanan benzersiz bir melez olarak anlaşılmalıdır.  


Stratejik Ayrışma: Devlet Anlatısı ve Muhalefetin Yanıtı

Bu bölüm, hükümetin dış politikayı ve milli gururu iç politika araçları olarak kullanmasını, muhalefetin bu anlatıya karşı koyma mücadelesiyle karşılaştırarak günümüzdeki siyasi savaş alanını incelemektedir.

AK Parti’nin Cephaneliği: Jeopolitik ve Milli Teknoloji İç Politika Olarak

AK Parti’nin dış politikası, ilk dönemindeki “komşularla sıfır sorun” idealinden , sonraki yıllarda çok daha müdahaleci ve milliyetçi bir duruşa evrildi. Bu durum, Ege ve Doğu Akdeniz’de iddialı bir deniz yetki alanı iddiası olan “Mavi Vatan” doktrini , Suriye ve Libya’ya askeri müdahaleler ve yurtdışında askeri üsler kurulmasıyla örneklendirilmektedir. Bu politikalara, “Dünya Beşten Büyüktür” sloganıyla özetlenen, küresel düzene meydan okuyan popülist bir söylem eşlik etmektedir.  

Hükümet, aynı zamanda yerli savunma sanayisindeki başarılarını da yoğun bir şekilde tanıtmaktadır. Bayraktar TB2 silahlı insansız hava aracı, küresel bir marka ve büyük bir milli gurur kaynağı haline gelmiştir. Dünyanın ilk SİHA gemisi olan TCG Anadolu’nun hizmete girmesi, Türkiye’nin yeni gücünün ve kendine yeterliliğinin bir sembolü olarak sunulan büyük bir medya olayıydı. TCG Anadolu’dan operasyon yapmak üzere tasarlanan Bayraktar TB3’ün geliştirilmesi, bu teknolojik başarı anlatısını daha da pekiştirmektedir.  

Bu gelişmeler, dış ve savunma politikasının artık sadece ulusal güvenlikle ilgili olmadığını, AK Parti için birincil iç siyasi seferberlik ve meşruiyet araçları haline geldiğini göstermektedir. Ekonomik zorluklar ve demokratik eleştirilerin olduğu bir ortamda, hükümetin alternatif meşruiyet kaynaklarına ihtiyacı vardır. İddialı dış politika ve gözle görülür savunma başarıları, parti sınırlarını aşan derin bir milliyetçilik ve gurur damarına dokunmaktadır. Bu başarılar somut ve duygusal olarak yankı uyandırır. Bir seçmen enflasyonun acısını hissedebilir, ancak haberlerde Türk yapımı bir SİHA görüp gurur da duyabilir. Bu durum, hükümetin konuyu iç zayıflıklarından uluslararası güçlerine çevirmesine olanak tanır ve kendisini ulusun egemenliğinin ve kaderinin vazgeçilmez koruyucusu olarak çerçeveler. Bu, klasik bir popülist stratejidir.  

Savunma sanayii anlatısı, muhalefetin eleştirisini son derece zorlaştıran güçlü bir “bayrak etrafında toplanma” etkisi yaratmaktadır. Bayraktar TB2 gibi projeler, kurumsal veya hükümet başarıları olarak değil, milli başarılar olarak sunulmaktadır. Bu projelere veya bunlarla ilişkili politikalara yönelik herhangi bir eleştiri, hükümet tarafından kolayca ulusal çıkarlara karşı, vatanseverlikten uzak ve hatta haince olarak çerçevelenebilir. Bu durum muhalefeti bir çıkmaza sokar. Türkiye’nin kendisine karşıymış gibi görünmeden bu popüler ulusal güç sembollerine karşı çıkamazlar. Bu, kilit bir politika tartışma alanını etkili bir şekilde etkisiz hale getirir ve hükümetin ulusal gururun tek sahibi olarak imajını pekiştirir.

Muhalefetin İkilemi: İç Odağı ve “Dış Güçler” Tuzağı

Ana muhalefet bloğu olan Millet İttifakı, platformunu “siyasi erozyonu” tersine çevirme üzerine kurdu. Temel vaatleri, başkanlık sistemini ortadan kaldırıp daha güçlü denge ve denetleme mekanizmalarına sahip parlamenter demokrasiyi yeniden kurmayı amaçlayan ayrıntılı bir plan olan “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” idi. Günlük odak noktaları ise zor durumdaki ekonomi, yüksek enflasyon ve genellikle Sayıştay raporlarına dayanan hükümet yolsuzluğu iddiaları gibi iç meselelerdir.  

Hükümet ve medyası, muhalefeti sık sık “dış güçler” ve “terör örgütleri” ile işbirliği yapmakla suçlamaktadır. Bu suçlama genellikle iki ana noktaya bağlanır: Birincisi, Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) Sosyalist Enternasyonal gibi uluslararası örgütlere üyeliğidir. İkincisi ise muhalefetin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılması gibi yasal olarak bağlayıcı kararlarının uygulanması yönündeki çağrılarıdır. Muhalefet ise bu pozisyonları yurt dışından emir almak olarak değil, Türkiye’nin kendi yasalarına ve uluslararası anlaşma yükümlülüklerine bir iç hukuk devleti meselesi olarak uyması talebi olarak çerçevelemektedir.  

Hükümetin “dış güçler” söylemi, “Sevr Sendromu” olarak bilinen köklü bir tarihsel travmayı silahlaştıran sofistike bir siyasi stratejidir. Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamayı amaçlayan 1920 Sevr Antlaşması, Türk kolektif ruhunda kalıcı bir travma bırakmıştır: dış güçlerin sürekli olarak ulusu zayıflatmak ve bölmek için komplo kurduğu yönünde derin bir korku. Bu “Sevr Sendromu,” komplo teorileri ve Batı’ya karşı refleksif bir şüphecilik için verimli bir zemin yaratır. İktidar partisi, muhalefetin Batı normları (demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü) veya kurumları (AB, AİHM, Sosyalist Enternasyonal) ile herhangi bir uyumunu, Türkiye’yi baltalamaya çalışan aynı “dış güçler” ile işbirliğinin kanıtı olarak çerçeveleyerek bu korkuyu ustaca kullanır. Bu, iç yönetişim hakkındaki bir tartışmayı vatanseverlik üzerinden bir sadakat testine dönüştürerek muhalefeti savunmaya zorlar.  

Muhalefet, temel bir anlatı tuzağına yakalanmıştır: Duygusal ve kimlik temelli bir anlatıya, halk nezdinde daha az yankı uyandıran rasyonel ve teknokratik argümanlarla savaşmak zorunda kalmaktadır. Hükümetin anlatısı basit, güçlü ve duygusaldır: “Biz güçlü, bağımsız bir Türkiye inşa ederken (SİHA’lar, savaş gemileri, küresel meydan okuma), iç ve dış düşmanlar bizi durdurmaya çalışıyor.” Muhalefetin karşı anlatısı ise karmaşık ve soyuttur: “Kuvvetler ayrılığını yeniden tesis etmeli, yargı bağımsızlığını sağlamalı ve Güçlendirilmiş Parlamenter Sistemin ilkelerine uymalıyız”. Birçok seçmen için, özellikle kutuplaşmış bir ortamda, milli bir savaş gemisinin somut sembolü , yargı denetimi gibi soyut bir kavramdan daha çekicidir. Muhalefetin yolsuzluk ve ekonomik kötü yönetime odaklanması güçlüdür, ancak hükümet genellikle bu durumu “dış güçlerin” ekonomik saldırılarına bağlayarak temel anlatısına geri dönebilir. Anlatı gücündeki bu asimetri, Türk muhalefeti için merkezi bir zorluktur.  

Muhalefetin Batı ile ilişkisi, Batı’nın kendi tutarsız politikaları tarafından daha da karmaşık hale getirilmektedir ki bu durum istemeden de olsa hükümetin anlatısını besleyebilmektedir. Muhalefet, Batı ile daha istikrarlı ve öngörülebilir bir ilişkiye dönülmesini savunmaktadır. Ancak, Batılı ülkelerin Türkiye’nin terörist olarak gördüğü gruplara algılanan desteği veya AB üyelik sürecini yavaşlatması gibi eylemleri, Türk hükümeti tarafından Batı’nın kötü niyetinin kanıtı olarak kullanılmaktadır. Bu durum, muhalefetin Batı yanlısı duruşunun nüfusun bir kesimi için naif ve hatta haince görünmesine neden olmaktadır. Dolayısıyla muhalefet, sadece hükümetin anlatısının değil, aynı zamanda yeniden ilişki kurmak istedikleri uluslararası ortakların eylemlerinin de rehinesi durumundadır.  

Türk Demokrasisinin Geleceği

Bu rapor, Türkiye’nin 50 yıllık yolculuğunu, kaotik ve parçalanmış parlamenter cumhuriyetten konsolide ve merkezi başkanlık cumhuriyetine geçişini sentezlemektedir. Erdoğan’ın gücünün sadece kişisel olmadığı, yeni anayasa aracılığıyla derinden kurumsallaştığı ve tarihsel travmalardan ve modern başarılardan beslenen güçlü bir milliyetçi anlatıyla ideolojik olarak pekiştirildiği yinelenmelidir.

Halkın tepkisi derin bir kutuplaşma şeklinde olmuştur. Seçmenlerin önemli bir kısmı için, algılanan istikrar, milli gurur ve güçlü liderlik karşılığında demokratik denge ve denetleme mekanizmalarından vazgeçmek kabul edilebilir, hatta arzu edilir bir takas olmuştur. Diğer yarısı için ise bu durum, özgürlüğün ve hukukun üstünlüğünün derin bir kaybını temsil etmektedir.

İleriye bakıldığında, Türkiye’nin geleceğini şekillendirecek temel fay hatları şunlardır:

  • Büyümeyi istikrarla dengelemek zorunda olan bir ekonomik modelin uzun vadeli sürdürülebilirliği.
  • Yalnızca AK Parti iktidarını deneyimlemiş ve önemli hoşnutsuzluk belirtileri gösteren genç kuşakların siyasi tutumları.  
  • Muhalefetin, hükümetin milliyetçilik ve devletçiliğin güçlü karışımıyla duygusal ve sembolik olarak rekabet edebilecek bir anlatı oluşturma yeteneği.
  • Sivil toplum, bağımsız medya ve yerel yönetimler gibi kalan demokratik yaşam alanlarının, devam eden siyasi mücadelenin arenaları olarak direnç göstermesi.

Hisseler:
Yorum Gönder

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir